Türkiye bugünlere kolay gelmedi. Daha özgür bir ülke olma yolunda çileler çekildi. Özellikle 1960'tan beri demokrasi tehdit altındaydı. İşlerin kötü gittiğini düşünen cuntalar istediler ki, bu ülke hep içine kapansın, zalim zulmüyle abâd olsun. Menderes ve arkadaşlarının idamı sadece ibreti âlem olsun diye işlenen hunharca bir cinayetti. 'Egemen güçler' rüyaların bile belli bir çerçeve dışına çıkmasını istemiyordu. Ama öyle olmadı...
Halk sandık başına her gittiğinde vesayetçi zihniyete ağır ceza kesti. Ne var ki kendinde darbe yapma hakkı gören birileri hiç boş durmadı. Darbecilerden, cuntacılardan, çetecilerden, örgütlü suçlardan halk bir şekilde hesap soruyordu ancak sandıkta verilen dersin sadece siyasi mesajı vardı. Tabii ki anlayana! Bir de oy oranlarına kulak vermeden darbeyi meşru bir hak olarak gören elit bir zümre vardı. Asker, bürokrat, akademisyen, iş dünyası, medya... Küçük ama etkili bir zümre demokrasinin silahların gölgesinde devam etmesini istiyordu. Oysa darbecilik kriminal bir meseleydi ve cuntacılar mutlaka kanun karşısında hesap vermeliydi.
Darbelerin yargı karşısında hesap vermesi yeni bir gelişmedir. Ergenekon davası ile ilk defa asker, polis, bürokrat gibi kişiler, hükümeti yıkmak, demokratik sistemi askıya almak gibi suçlamalarla yargı karşısına çıkarıldı. Tenkide açık yanlarına rağmen Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) hukuk devleti olduğumuzu bize hatırlattı. Çünkü seri bir şekilde dava açabilen, dokunulmaz zümreleri bile mahkeme huzuruna çıkarma hakkına sahip olan hukuki bir yapıydı karşımıza çıkan.
Konu sadece darbe ve cunta ile de sınırlı değil. Hatırlayın lütfen. Kapkaç çeteleri ne oldu da birden ortadan kalktı? ÖYM bünyesindeki soruşturma tekniği bu çeteleri kanun karşısında mağlup duruma düşürdü. Nerede bin bir kılığa girip bu ülkeyi kaba kuvvetle esir alan çeteler? Arazi mafyası, otopark mafyası, çek-senet mafyası vs... Hepsinin de hakkından geniş yetkili mahkemeler vesilesiyle gelindi. Lokal mahkemeleri kendilerine has metotlarla baskı altına alan ya da bir şekilde bağlayan derin yapılar, onca hukuksuz işin hesabını vermeden işlerine devam ediyordu.
Hukuk yoluyla yürütülen, darbelerle, cuntalarla, mafyalarla, çetelerle yapılan mücadele halkın takdirini kazandı ki, AK Parti hem seçimlerde hem de referandumda büyük başarılar elde etti. Referandumun en önemli maddeleri yargı üzerineydi. Hatta CHP sadece o maddelerden vazgeçilirse referandumda 'Evet' diyeceğini açıklamıştı. Halk bu yüzden, bütün partiler olumsuz bir ittifak içine girmiş olmasına rağmen, referanduma 'Evet' dedi.
Sonra birden hava değişti. Güya MİT krizinden sonra bazı sıkıntılar oluşmuş. O sıkıntıyı çözmek için yasa değişikliği yapılmamış mıydı? Bugün istenen bazı değişikliklerin o krizle hiç ilgisi gözükmüyor. Üstelik her şey çok gizlice yapılıyor ve tartışılamıyor. AK Parti kurmaylarının, 'Bizim de haberimiz yok' dediği bir mevzudan nasıl oluyor da darbe suçlamasıyla hapiste olan bazı kişilerin malumatı oluyor?
Bazı muhafazakâr meslektaşlarımız, dostlarının bir kısım endişelerini başka yere çekerek hem konuyu asıl çerçevesinden uzaklaştırıyor, hem de onca zamandır verilen demokratik mücadeleden geri adım atıyor. Üstelik 250. maddenin tartışılmaksızın ve gizlice kaldırılmasına karşı çıkacaklarına ve dostlarının endişelerine kulak vereceklerine, bir de suçlamaya kalkışıyorlar. Güya ÖYM'leri savunmak vesayeti savunmakmış gibi yanlış bir tespitte bulunuyorlar. Hiç de öyle değil. Aslolan darbelerle nasıl mücadele edileceğidir. 'Ağır ceza mahkemeleri bu işin altından kalkar' demek on tane Susurluk skandalına davetiye çıkarmak demektir. Yerel mahkemeler üzerindeki baskıyı bilmiyormuş gibi yapmayı saflığa hamletsek bile o mahkemelerin sınırlı yetkilerle derin çeteleri çökertemeyeceğini bilmemeyi nasıl izah edeceğiz?
Meseleyi bir bilek güreşi gibi görmek akıl tutulmasına yol açmaktır. Anti-demokratik yapılarla mücadele etmek, bu ülkeye gönül veren herkesin en temel sorumluluğudur. ÖYM konusunda CHP ve İşçi Partisi'nin tam ve coşkun desteğini almak muhafazakâr meslektaşlarımızı şüpheye sevk etmeliydi. Haydi o tuhaf ittifaktan kuşku duymuyorsun; bari kardeşlerinden gelen tenkitlere kulak ver... Zira onlarca senedir süren çileli bir yolu aynı gemide kat ettiniz. O gemi bu ülkenin ta kendisidir aslında. Batmasını isteyenler ise en başından beri bildik tahribatı yapıyor zaten. Yüreği yanık bazı insanların 'Aman bu gemi batmasın!' diye feryat etmeleri dostluğun gereğidir; ona kulak tıkamak yanlış olur...
Darbelerle mücadelede geriye dönüş olur mu?
Herkesin kafasındaki soru bu. Bir kısım düzenlemeler nedeniyle çeteler yeniden hortlar mı, darbeciler 'çoluk çocuğuna varıncaya kadar intikam' peşinde koşar mı? Bu keskin soruya hem evet, hem hayır demek gerekiyor. Nasıl mı? Madalyonun her iki yüzüne de bakmak gerekiyor.
Hukuki çerçevenin darbecilerin lehine gelişmesi cuntalara bayram ve zafer havası verir. Anti-demokratik yapılarla mücadele edenlerde ise bir yılgınlık havası oluşturabilir. Tıpkı Susurluk davasında olduğu gibi... Aslında Birinci Meşrutiyet'i de dahil ederek şöyle bir acı tecrübeyi kural haline dönüştürebiliriz: Çetesini tasfiye edemeyen yönetimleri çeteler tasfiye eder. Cennetmekân Abdülhamid Hân'ın başına gelenle, 28 Şubat çetesine 'fasa fiso' diyenlerin başına gelenler arasında pek de fark yoktur. Vaktiyle berhava edilemeyen maceraperestler daha sonra bir fırsatını yakaladığında daha büyük sıkıntılara yol açmıştır. Umarım bizdeki son değişikliklerle, böyle dramatik sonuçlar ortaya çıkmaz...
Madalyonun bir de öteki yüzü var: Halk. Çetelerle, cuntalarla, darbecilerle, mafyalarla, örgütlü suçlarla yapılan mücadelede bir noktaya gelen Türkiye'nin fiilen geriye götürülmesi artık çok da kolay değil. Korku duvarı yıkılmıştır bir kere. Halk daha güçlü bir demokrasi talep ederken ve çetelerin elinde esir olmamak isterken aksi istikamete gitmek çok da mantıklı gözükmüyor. Halkın demokratik tavrı asıl belirleyici unsur olacak...
PANORAMA
Geçen haftanın en absürt haberini küçük ve marjinal bir gazete yaptı. Ama bazı gazetelerin yazı işlerinde ilk okunan; hatta "Keşke..." diye iç çekilerek imrenilen bir gazete bu. Marjinal sol örgüt havasının kesif kokuyla hissedildiği bu gazetenin 'cemaat'e bakışı patolojik bir durum arz ediyor ve bu yönüyle tam bir laboratuvar çalışmasını hak ediyor. Hafta içinde yaptığı bir manşet haberle absürt yaklaşımları tavan yaptı. Güya 'The Cemaat' İran'da okul açmış da, orada 83 CIA ajanı çalışıyormuş da... İran'da Türk okulu olmadığını bilmek için uzayda yaşamak şartı mı getirildi? Diyelim ki yabancı bir internet sitesinin haberine hemen atlanmış; o 'sol entelektüel' zekâ editörlere hiç mi misafir olmuyor?
Darbeleri Araştırma Komisyonu bazı kişileri dinlemeye devam ediyor. Hafta içinde eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile görüştüler. Esmiş yağmış Karadayı; eski silah arkadaşlarını yerden yere vurmuş. Çok da önemli değil. Asıl dikkat çeken bir konu var; demiş ki: "Adnan Menderes'in en büyük hatası Türkçe ezanı kaldırmak oldu." İnanılır gibi değil. Yazık. Meclis Araştırma Komisyonu yargılama yapmıyor. Yaptırımı da yok. Ancak öyle ilginç açıklamalara vesile oluyor ki o beyanlar arşivlerde yerini alıyor. Ve anlıyoruz ki asıl tehlike o ya da bu şahıs değil; bir zihniyet problemiyle karşı karşıyayız...
Aksiyon dergisi hemen her hafta çok önemli dosyaları ve analizleri sessiz sedasız yayınlamaya devam ediyor. Geçen hafta Fehman Hüseyin adındaki Suriyeli teröristin artık PKK'yı yönettiği haberi vardı. Havada bir iddia değil bu; ayakları yere basıyor. PKK hızla Türkiye Kürtlerinin elinden çıkarak başka ülkelerin terör taşeronluğuna kayıyor. Zaten daha öncekilerinin kaç taraflı ajan olduğu bilinmiyordu; şimdi PKK bambaşka ülkelerin ajanlarına tam teslim bir örgüt olmaya doğru gidiyor. Herhalde bu ülkede yaşayan insaflı Kürtler için de bu durumun bir anlamı olmal.