Annem dinle pek ilgili değildir...

Fakat tartışmalarda arada bir sallar...

-”Dinde o iş öyle değildir” gibisinden ahkam kesmeye kalkar...

O konularda akademik bilgisi olan babam bu duruma kızar...

-”Hanım bu konuları sen pek bilmezsin... İddia etmesen...”

Mümtaz’er Türköne Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurulu’ndan istifa etti...

Çok hayırlı bir gelişme bu...

Atatürk için de bizzat Profesör Mümtaz’er Türköne için de...

Türköne Atatürkçü bir şahsiyet değil...

Atatürkçü olmak zorunda da değil...

Fakat Atatürkçü olmayıp Atatürk’ün adını, kültürünü, dilini ve tarihini yaşatacak bir kurumun yönetimine geçmesi abestir...

Balçiçek İlter’in televizyon programında hiç eyyam yapmadı ve ağzındaki baklayı çıkardı:

“Atatürkçülüğü kendime hakaret sayarım...”

***

Bunu söylerken, “Atatürkçülükle Atatürk aynı şeyler değiller...” dedi...

Atatürk’ün; Atatürkçülerin elinde özünden saptırıldığını söyledi...

Türköne’nin “Atatürk hakkındaki kelamı” dindar olmayıp da din hakkında ahkam kesen televizyonlarda yapılan tartışma programlarındaki zevata benziyor...

Dinle yakından uzaktan ilgisi olmayıp, televizyon programlarında “din öyle emretmiyor ama” diyen lafazanlar vardı bir zamanlar...

Konuşmaya başladıklarında dini değil, koyu bir pozitivizmi bildikleri ve savundukları ortaya çıkardı...

Pozitivizmi savunmakta bir sakınca yok...

Fakat din adına konuşmaya başladıklarında sıtkım sıyrılırdı...

İçimden hep “Kardeşim sen dindar değilsin, üstelik pek dinle de alakalı değilsin... Ne diye dinde şöyledir böyledir diye ahkam kesersin?..” diye söylemek gelirdi de ayıp olur diye söylemez yutkunurdum...

***


Kendisine Atatürkçü denmesini hakaret sayan bir adam, Atatürk’ü kendisine rehber almış milyonlarca insanla alay eder gibi Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu’nun başında olabilir mi?..

Diyelim ki oldu...

Onun söyledikleri, Atatürk’ü kendilerine rehber edinenler tarafından kaale alınır mı?..

İnsanların duygularını rencide etmeyeceksin...

Duygularla alay ediyormuş izlenimi yaratmayacaksın...

Atatürk Kültür ve Tarih Kurumu’nun başına Atatürk’ün asker olan yönünü ön plana çıkartan bir anlayışı getirmemeyi düşünebilirsiniz...

Ancak Atatürk ismini taşıyan kurumun başına Atatürk’ü esasen benimsememiş birisini, ona gönül vermemiş, onun ismini yaşatmak için her şeyi göze almamış birisini getiremezsiniz...

Atatürk’ü gerçekten seven, ona gönül veren, onun ismini yaşatmak için her şeyi göze alan birisi o göreve getirilmeli...

Demokrasi başka şey, bulunduğunuz kurumun ismini haketmek başka...

Galatasaray’ın başına bir Fenerbahçeli’yi, Fenerbahçe’nin başına bir Beşiktaşlı’yı, Beşiktaş’ın başına da bir Galatasaraylı’yı getiremezsiniz...

Kaldı ki Atatürk bir Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray meselesi değil...

Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun başına Mümtaz’er Türköne gelemezdi...

Hatadan geç de olsa dönülmesi hayırlı olmuştur...

*****

HAYATI YÜK DEĞİL, KEYİF OLARAK YAŞAYIN...

Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı...Yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu...

Fakat ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu...

Başvuranların hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur diyorlardı...

Nihayet çelimsiz, orta yaştan, geçkince bir adam işi kabul etti...

Adamın haline bakıp “çiftlik işlerinden anlar mısın?” diye sormadan edemedi çiflik sahibi...

“Anlarım” dedi adam, “fırtına çıktığında uyuyabilirim...”

Çiftlik sahibi bu ilgisiz tavrı biraz düşündü, sonra kendisi ile çalışacak kimseyi bulamamanın çaresizliğinde adamı işe aldı...

Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü görünce içi rahatladı...

***

Ta ki o fırtınaya kadar:

Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı...

Öyle ki, bina çatırdıyordu...

Yatağından fırladı, adamın odasına koştu:

“Kalk, kalk! Fırtına çıktı... Herşeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım.”

Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: “Boşverin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim demiştim ya...”

Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı...

Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı fakat şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu...

Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu:

A-aa!.. Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı...

Ahıra koştu...

İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti...

Tekrar evine yöneldi; evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı...

Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı...

Fırtına uğuldamaya devam ediyordu...

Gülümsedi ve gözlerini kapatırken mırıldandı: “Fırtına çıktığında uyuyabilirim...”

***

Öyküyü Burçin Alpacar gönderdi tahmin ettiğiniz gibi...

Şöyle devam ediyor yazısına;

“Farklı zamanlarda, farklı kişilerle yaptığım sohbetlerde, sıklıkla tekrarlanan bir tanımlama ile karşılaşmaktayım; hayat yükü...

Bu iki kelimeyi her duyduğumda şu soruyu sorarım “Hayatın bir yük olduğunu mu düşünüyorsunuz?..” Gelen yanıt tahmin edeceğiniz üzere çoğunlukla “evet”tir, nadiren ise “belki...”

Ardından kısa bir sessizlik olur ve çünkü ile başlayan birçok cümle duyarım;

- “Çünkü eşim çocuğumuza gereken vakti ayırmıyor...”

- “Çünkü çalışanım benim gibi işi sahiplenmiyor...”

- “Çünkü arkadaşım bana karşı gereken duyarlılığı göstermiyor...”

***

Hayatın “keyif olmasıyla, yük olması” arasındaki fark yaptığınız şeye duyduğunuz içsel sevgidir...

Dün sabah 8.30’dan itibaren, bu satırların yazıldığı akşam 21.30’a kadar inanılmaz bir tempo içindeydim...

Arka arkaya çok önemli görüşmeler, buluşmalar gerçekleştirdim...

Çok yakın dostlarımın “ilgilenmem gereken çok özel durumları” vardı...

6-7 buluşma gerçekleştirdim...

Bütün bunların arasında öğle yemeğinde iki minik yavrumu yemeğe götürüp yemeklerini ellerimle yedirdim, yemek sonrası kahve içmeye bir başka toplantıya katıldım...

Beynim zonkluyordu, öğleden sonraki saatlerde...

Rahatlatmak için 1.5 saat spor yaptım...

Arkasından yine görüşme maratonu, sonra da saatlerce süren yazı işi...

Yük gibi gelmedi bunca iş bana...

Çünkü sevdiğim şeyleri iş olarak alıyordum üzerime...

Sevdiğim şeyler olduğu için “yük” olarak değil, keyif olarak geliyordu yaptıklarım bana...

Ayrıca ödev olarak değil, içten gelen bir sevgiyle yapınca, yaratıcılığım kanatlanıyor, verimim artıyordu...

Hayatı keyif haline getirebilmek için, yaptıklarınızı içinizin derinliklerinden gelen bir sevgiyle yapmanız lazım...

Gerçekten sevdiğiniz her şeyde mükemmeli yakalayacaksınız...

Sevmediğiniz şeyleri yaptığınızda yük olarak farzedip huzursuz olacaksınız ve pek başarılı da olamayacaksınız...

Hayatın şifresi, kalbinizin derinliklerindeki sevgiyi harekete geçirip, yük olarak gördüğünüz her şeyi terketmenizde...

Bu konuları sizler için deşmeye devam edeceğim...