Uluslararası arenada sarkaç, neoliberalizmden ve globalleşmeden sonra, hızla geri milliyetçiliğe ve ulus devlete doğru gelmektedir. Bu yeni aşırı milliyetçilik dalgası, birçok ülkede siyaseti ve uluslararası ilişkileri ciddi şekilde yeniden şekillendiriyor. Kitaplarda kaldığını zannettiğimiz ve biraz da yüksekten bakıp okuduğumuz acı tarihin, Fukuyama’nın söylediği gibi, sonunun gelmediğini, aksine; geri gelişini, hayret ve hatta dehşet içerisinde izlemekteyiz. 19. Yüzyılın, ‘milliyetçiliğin yüzyılı’ olduğu söylenmekteydi. 21. yüzyıl ise, ‘yeni milliyetçiliğin yüzyılı’ olacağa benzemektedir. Dünyayı en fazla etkileyecek milliyetçilik dalgası şüphesiz Amerika Birleşik Devletleri’ndeki dalgadır.
ABD, 1945 sonrası kapitalist sistemin koruyucusu olarak dünya sahnesine çıktı. ABD, zaten başlangıçtan beri ulus devlet ötesi bir yapıydı ve Avrupa’dan siyasi ve dini baskılarla kaçanların ülkesi olmuştu. Bu çok kültürlü göçmen ülkesi, dünya sahnesine süper güç olarak çıktığı İkinci Dünya Savaşı sonrası global sistemi adeta tek başına inşa etti. Birleşmiş Milletler, Bretton Woods Sistemi, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, en az Coca Cola ve Mc Donalds kadar Amerikandı. ABD, 20. yüzyılı, her yönden olduğu gibi, hayat tarzı ile adeta dönüştürdü. Bazen içinde yaşadığımız hayat tarzının Amerika tarafından ne kadar etkilendiğini farkettiğimiz zaman, bunu kabul etmekte epey zorlandık.
Amerika bazen sevildi, bazen de nefret edildi. Hollywood, tüm insanlığın hayallerini süsledi ve kendi kahramanlarını yarattı. The God Father, Once upon a Time in America, Star Wars veya Amerikan müziği, tüm dünyayı kuşaklar boyu etkiledi. Belki de yüzyıllarca etkileyecek bir Elvis’i çıkardı. Mickey Mouse ve Tom and Jerry de Amerikandı. Ancak diğer taraftan, Vietnam trajedisi, B-52 stratejik bombardıman uçakları, Mai Lai katliamı, Güney Amerika’daki darbeler, gladiolar ve gizli darbeler Soğuk Savaş döneminde, Amerikanın bir başka ancak nefret edilen yüzü oldu. Ancak tüm bunlara rağmen, biz bu Amerika’yı tanıyorduk. Dünyaya bakış açısını, nasıl davranacağını, iyi yönde de adım atsa, kötü yönde de adım atsa, biliyorduk
Sonuçta, ABD; başta Batı Avrupa olmak üzere, dünyanın geri kalanını da yavaş yavaş sürükledi ve Doğu Bloku, hiçbir zaman, Batı kadar dünyaya çekici olamadı. Aslında iki taraf da ideoloji üzerinden mücadele etmekteydi ancak milliyetçilikler geride duruyordu. Batı, kültürünün çekiciliği ve ekonomik gelişme düzeyi nedeniyle, dünyanın geri kalanına biraz yüksekten baktı. Onlara hep milliyetciliği, yabancı düşmanlığını, dini çatışmaları “bizim gibi kontrol altına almalısınız” diyerek bu konuda kendi başarılarını ve tecrübelerini örnek göstermekteydi.
1990-91’de bir taraftan demir perde çökmüş, Berlin Duvarı yıkılmış ve Avrupa Doğu’ya, tarihsel sınırlarına doğru genişlemeye başlamıştı. Dev Sovyet İmparatorluğu, Batı karşısında diz çökmüştü. Amerika ise balayını yaşamaktaydı. Batı Avrupa ve NATO, Doğu’ya doğru genişledi ve Rusya dışında tüm Avrupa’yı içine aldı.
Bizim tanıdığımız ve dünyayı şekillendiren Amerika, 1945 sonrası ABD dış politikası ve dünyayı şekillendiren Wilsoncu gelenekti. Buna göre, “dünyada liberal bir düzenin kurulması, ABD’nin çıkarınadır ki buradaki yaklaşım, ekonomik değil bir değerler bütünü olarak algılanır. Dünyadaki çatışmaların ve şiddetin ana nedeni yabancı ülkelerdeki rüşvete batmış otoriter rejimler ve diktatörlerdir. Bu yüzden Amerika, dünyada insan hakları, demokratik yönetim ve hukuğun üstünlüğünün geliştirilmesi için mücadele vermelidir.” Burada güçlü globalist bir ana damar vardır. Soğuk savaşın ileriki yıllarında bu gelenek de, iki grup arasında mücadele ile geçti. Bunlardan Liberal kurumcular (liberal institutionalists) uluslararası kurumlar ve global entegrasyonu savundular ancak Neomuhafazakarlar (neoconservatives) ise liberal programı ileriye götürebilmek için Washington’un tek başına veya aynı şekilde düşünen ortaklarla hareket etmesinin savunucusu oldular.
Ancak ABD’nin zaferi, biraz da sarhoşluğu getirdi. Neoliberalizmin zaferi, bu ideolojinin gerçek ötesine taşınmasına neden oldu. ABD, neoliberal politikaları daha da yoğunlaştırdı ve globalleşmeyi hızlandırdı. Bu da mevcut ekonomik sistemlerin zayıflayıp çökmesine neden oldu. Devletlerin yönettiği uluslararası ekonomik ve ticari sistem kontrol edilebilir birşeydi ve devletler gelişmeleri görüp gerekirse düzeltebilirlerdi. Ancak, neoliberal düşüncenin hakim olmasıyla, devletin rolü minimuma indi. Kontrol devletlerin elinden kaçıyordu.
Öte yandan, ABD’nin, işgallere ve büyük çapta bunların sonuçları olarak ortaya çıkan global teröre ödediği miktarlar trilyonlarca dolara yükseldi. Sonunda ise 2008 global finansal krizi patladı. Bu, Batı dünyasına büyük darbe vurdu. Bu kriz bundan öncekilerden farklı olarak başka yerlerde değil Batı dünyasının finansal sisteminin kalbinin attığı Wall Street’te meydana gelmişti. Tüm dünya gibi, Batı da kökten sarsılmış ve Avrupa adeta yere serilmişti. AB hala daha kendine gelememiştir ve birçok üye ülke ancak büyük borçlarla yani suni teneffüsle ayakta duruyor.
Ancak krizlerin gerisinde daha uzun dönemli gelişmeler de ağırlıklarını hissettirmeye devam ediyor. AB, artık global yarışta geride kaldı ve daha kötüye gidebileceğinin sinyallerini veriyor. Huntington’un ‘Geri kalanlar’ (the Rest) dediği Batı dışında kalan ülkelerin ekonomik gücü arttıkça, ABD ve Avrupa, sistemde güç kaybetmeye başladı. Karl Marks, kapitalizmin ‘kendi kendini yok edecek tohumları içerisinde taşıdığını’ yazmıştı. Bunu henüz bilmiyoruz ancak kapitalizmin neoliberal damarının, dünyayı getirdiği nokta ortadadır.
Avrupa ekonomik darbeler alır ve çok ciddi sorunlar yaşarken, ABD, ‘Rust belt’ – “pas kemeri” denilen, klasik sanayi bölgelerinde yaşayan Amerikalı işci ve orta kesimlerin çöküşünü yaşadı. Amerika’da istikrarın garantisi olan orta kesim yok olmaktaydı. İşte bu ekonomik yıkım, Trump–Hillary Clinton arasındaki yarışta bu kesimlerin hakkını hangi başkan adayı koruyabilir’ tartışmasını başlattı. Bunun boyutları çok büyüktü. On milyonlarca Amerikalı için, Amerikan rüyası Amerikan kabusuna dönüşmekteydi. Dünya, diğer ülkelerdeki ekonomik çöküntüyü biliyordu ancak Amerika’daki bu çöküntüyü pek farkedememişti. Amerika’daki gözlemciler bile bunu tam görememişti. Aslında Amerikan çok uluslu şirketlerinin dünyada artan etkisi ve teknolojik liderliği, Amerikan askeri gücü hep göze çarpıyordu da, Amerika’daki globalleşmenin ağır bedeli ve kaybedenlerin öfkesi tam farkedilememişti. Amerika’da globalleşmeden kazananlar da vardı, ancak kaybedenler; sistemden intikam almayı istemekteydi. İşte Trump bunu görmüştü.
Peki bu kaybedenlerin öfkesi ve artan milliyetçilik, içe kapanma ve hatta yabancılara saldırganlık; Amerikan tarihinde herhangi bir siyasi geleneğe veya ideolojiye mi karşılık geliyor yoksa yeni mi ortaya çıkmıştı?
1945 den Trump’a kadar Amerika’nın bilinen yüzü yukarıda bahsedilen Wilsonculuktu. Ancak Amerika’nın bir başka yüzü daha vardı ki, biz onu şimdi görmeye başladık. Amerika’daki zorluklar, büyük güç olmanın bedeli ve globalleşmenin yarattığı yıkımlar, işte bu yeni yüzü karşımıza çıkardı. Şimdi ABD’de bu görüş ağırlık kazanıyor. Bu gelenek ABD’nin kurucu başkanı Andrew Jackson’un geleneğidir ki bu Amerikan tarihinde bazı dönemlerde kendini gösteriyor. Buna göre ABD, bir ulus-devlettir ve dünyada herhangi bir liderlik veya özel misyonu da yoktur. Sadece ülke içinde vatandaşlarının güvenliğini ve eşitliğini korumalıdır. Ancak bunu vatandaşların kişisel hürriyetlerine en az müdahale ile başarmalıdır. Aslında bu gelenekten gelenler, dış politikayla gerekmediğinde ilgilenmezler. Bu grup, ekonomi çökerken, ülkede her türlü suç artar uyuşturucu sorunu ve çatışmalar yaşanırken; Amerikan değerlerine saldırıldığı, hatta ülkelerinin kuşatma altında olduğunu düşünmeye başladılar. ‘Beyaz Amerika tehdit altına girmiştir’ diye düşünmeye başladılar. Her azınlık, Afrikalı-Amerikanlar, Çinli Amerikalılar, yeni göçlerle gelen Ortadoğulular kendi kültürlerini savunur bundan ayrıcalık elde etmeye çalışırken; Avrupa’daki köklerinden artık kopma noktasına gelmiş beyaz Amerikalılar kendi kültürlerinden yani ana akım Amerikadan bahsedince, bu, ırkçılık olarak algılanmaktaydı. Onlar buna ırkçılık dmeiyordu ancak Dünya böyle diyordu. Bu büyük bir haksızlıktı ama onları kimse dinlemiyordu. Kendi ülkelerinde yabancı durumuna düşmüşlerdi. Onlar sahipsiz kalmıştı. Onlar da yeni dönemin zencileri olma riskini yaşamaktaydılar. İşte öfke buradaydı.
Bu kaybeden beyaz Amerikalılar çok beğenmeseler de, kendi haklarını savunmaya en yakın aday olarak Trump’ı gördüler ve desteklediler. Bunu dışarıdan anlamak kolay değildir ancak içte durum budur. Trump’ın bu güne kadar aldığı kararlarda arkasında hala destek vardır. Globalleşmeden kaybedenler ve orta sınıfın alta düşenleri, şimdi ondan birşeyler beklemektedir. Belki birgün hayal kırıklığına uğrayıp onu terkedeceklerdir ancak bu pek yakında görünmüyor.
ABD’de devam eden bu milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı nereye kadar gidebilir? Bu gerçekten ciddi bir sorudur. Trump’ın milliyetçilik politikaları devam eder dışa darbeler vurma devam edese , bu, diğer ülkelerde zaten yükselen milliyetçilikleri daha da güçlendirecektir. Özellikle Fransa, Almanya, Hollanda, Polonya ve Rus milliyetçilikleri de daha fazla tetiklenebilecektir. Tarih, çeşitli karmaşık nedenlerle ortaya çıkan milliyetçilik akımlarının siyasetciler tarafından çokca kullanıldığına tanık oldu. Ancak güçlenen milliyetçilik akımlarının daha sonra kontrol edilemediği ve hiç beklenmeyen sonuçlar ve hatta trajediler doğurduğu da bir gerçektir. Ciddi bir dönüm noktasında ilerliyoruz.