Rüzgârın, kendini dipsiz bucaksız bir boşluğa salınırcasına bıraktığı bu kentte, tüm parıltısına rağmen bulutların ardına saklanan ayda gizliydi gecenin esrarlı hüzünleri. Yapraksız kalmış ağaç dallarının dansına eşlik eden çimenler kadar güzel kokuyordu toprak da.
Gözlerini kapatarak doğayı izlemeye çalışan düşlerin ayak sesleri çarpıyordu kulaklara ve dinlenen her melodide, iz bırakırcasına akan gözyaşı damlalarının büyülü dokunuşları hissediliyordu.
Bu kent, kalabalık sessizlikler kadar gizemliydi ve başıboş gece yarılarında, kimsesiz rüyalara dalmamak için var gücüyle mücadele eden gözkapakları kadar da yorgundu aslında. Toprağın altına gömülen hayalleri duyamayacak kadar sağır ve yeryüzünde içten içe biriktirilen öksüz çığlıkları umursamayacak kadar kör olmuştu kalpler.
Masumiyetin katil zanlısı olacak bir fırtınanın habercisi olan sessizliğe hüküm giyilen elbiseler kadar ağır geliyordu nefes almak çoğu zaman. Ve bekleyişlerin perde arkasında, sahneye çıkmayı bir türlü beceremeyen cesaretin, ürkekliklere teslim oluşunu oynuyordu hayat.
Yalnız kalmak çok büyük bir nimetti aslında bu kentte. Engin okyanusların ortasında kalıp da, sığınacak bir kara parçası bulamamanın çaresizliğinde, semaya açılan eller kadar dolu bir huzur sarıyordu ruhun üşümüşlüğünü.
Zamanın sürüklediği bir sandalda, dalgaların söylediği ninniler eşliğinde sırtüstü uzanarak, gökyüzüne hibe edilen gözlerle yazılıyordu yeniden hayaller. Yerini uykuya bırakan bir aşkın, göz kamaştırıcı sabahına doğuyordu yeniden güneş ve sımsıcak bir baharın habercisi olurcasına ötüşen kuşların, cıvıltısı dolduruyordu boşluğu.
Yeniden doğan umutlara açılan yelkenler ve gece karanlığını ardında bırakan rüyalar eşliğinde uyanıyordu insan.
Varlığını, yeniden doğacak umutlara bırakmaktan başka çaresi yoktu aslında gece karanlığı hayallerin.
Çünkü herkese verilen 'tek kullanımlık bir sermaye'ydi hayat.
Ve 'insan' olabilmekte gizliydi zenginliğin şifresi.