Pazar günü Yunanistan’da genel seçimler, Fransa’da da başkanlık seçimleri vardı. Siz bu yazıyı okurken büyük olasılıkla sonuçları öğrenmiş olacaksınız. Bunlar, AB ve Amerikan basınına bakılırsa, sonuçları Avrupa Birliği’nin geleceğini belirlemeye aday önemli seçimler.
Yunanistan’da yayımlanan Ta Nea gazetesinin yazarlarından Pretenteri, “Kusura bakmayın ama, açık konuşmak gerekirse, Fransa’da yapılan seçimler daha önemli. Acı gerçek şu ki, Angela Merkel’in itiraf ettiği gibi ‘bu günlerde Avrupa politikası aynı zamanda iç politika’. Avrupa çapında sorunların çözülmesine ilişkin Fransız seçmenin yeni, farklı bir perspektif sunma şansı var” diyor. (Ta Nea 03/05/12)
Buna karşılık, Brüksel’deki Avrupa Çalışmaları Merkezi’nin (Centre For European Policy Studies) başkanı Daniel Gros’a göre Avrupa’nın geleceği açısından, “Yunanistan seçimleri sonunda, Fransa seçimlerinden daha önemli olabilir... Yunanlılar esasa ilişkin bir seçim yapmak durumundalar: Avro içinde kalacaklar mı, Avro’dan çıkacaklar mı? Bu, çok derin bir ekonomik kriz. Gelecek hükümetin yapması gereken çok şey var” (New York Times, 04/05/12). Kathimerini gazetesi de “Yunanistan seçim sonuçlarının Avrupa’yı sarsacağına” inanıyor (04/05/12).
Ben bu iki ülkede bu seçimlerin değil, bundan sonraki seçimlerin çok daha önemli olacağını düşünüyorum.
Kriz içinde kriz
Neden böyle düşündüğümü gösterebilmek için önce, bu seçimlerin yapıldığı ortamın kimi özelliklerine, bu ortama ilişkin uzun dönemli beklentilere kısaca değinmek istiyorum.
Yaklaşık dört yıldır süregelen, son aylarda yeniden derinleşmeye başlayan bir ekonomik kriz bu ortamın zeminini oluşturuyor. İşsizlik, yoksullaşma gibi krizlerin olağan sonuçlarının yanı sıra Avrupa Birliği projesini zorlamaya başlaya bir “devlet maliyesi krizi” üye ülkelerin siyasi dokuları, siyasi rejimleri üzerinde çözücü, sınıf çelişkilerini derinleştirici etkiler yapıyor. Bu “devlet maliyesinin krizi” üye ülkelerin aralarındaki, egemenlik bağımlılık (emperyalizm) ilişkilerini de gözler önüne seriyor.
Ekonomik kriz altında boğulan halk sınıfları, devletlerinden kendilerini korumalarını istiyor, kendi ekonomik coğrafyalarına (ülke, İtalya örneğinde olduğu gibi bölge) öncelik vermeye zorluyorlar. Bu talepler 19. yüzyılın sonunda başlayan küreselleşme sürecinin dağılmasına yol açan etkenlerin arasında önemli bir yer tutuyordu. Bugün de bu talepler (ulusalcılık, korumacılık vb.) gerek küresel, çapta gerek AB bağlamında, ekonomik bütünleşme ve yönetişim oluşturma süreçlerini tehdit ediyorlar.
Bu ortamın daha uzun süre devam edeceğini düşündüren bir raporu (ILO Dünya Çalışma Raporu 2012) geçen hafta aktarmıştım. Avrupa Strateji ve Politika Analiz Sistemi’nin (ESPAS) geçen hafta yayımladığı “Küresel Eğilimler 2030 -Arabağlantılı ve Çokmerkezli Dünyada Vatandaşlar” başlıklı rapor, “uzun döneme”, ILO’ya göre daha uzmanlaşmış bir düzeyden bakıyordu.
ESPAS raporuna göre gelecek 18 yıl boyunca, bir taraftan yeni teknolojiler ve ağa bağlı yaşamlar üzerinde sayıları hızla artan bir “orta sınıf” (bunların aslında işçi sınıfının yeni kesimleri olduğunu düşünmek yararlı olabilir) siyasi ve ekonomik yönetim süreçlerinde daha fazla söz sahibi olmak istiyor. Diğer taraftan, toplumlar arasında bağlantılar yoğunlaşırken dini, etnik, ulusal, bölgesel kimliklere ilişkin farkındalıklar da artmaya devam edecek. Bu iki eğilimin dile getirdiği taleplerle, hükümetlerin bu taleplere cevap verme kapasitesi arasındaki uçurum ekonomik, ekolojik baskıların altında daha da derinleşecek. Böylece ESPAS araştırmasına göre uluslararası sermayenin çıkarlarını tehdit eden olağan şüphelilerin (ulusalcılığın, halkçılığın ve “aşırı siyasi” uçların) etkileri giderek artabilecek. Rapor bu resmi, kaynaklar üzerinde rekabetin artması, küresel yönetişim yokluğu, yükselen güçler gibi sorunlara da değinerek zenginleştiriyor.
‘Bir şeyler dağılıyor, merkez çöküyor’
Özetle, bu seçimlerin zeminini oluşturan siyasi-ekonomik, hatta ideolojik/kültürel eğilimlerin gelecek 20 yıl içinde derinleşmeye devam edeceği anlaşılıyor. Bunların ışığında bu seçimlere dönersek. İki saptama yapabiliriz. Birincisi, Fransa ve Yunanistan seçimleri, yönetime halen var olandan farklı kadroların, krizin etkilerini hafifletebilecek ekonomi politikaların gelmesine yol açamayacak. Fransa’da Hollande, Financial Times’ın yazarlarının vurguladığı gibi “korkulacak” biri değil. Wolfgang Müncahu (FT Almanya), Almanya’nın Avrupa’ya dayattığı kemer sıkma politikalarını düşünerek “Belki de ilerici bir başkaldırının başlangıcı olabilir” diyor. Philip Stephens de The Economist”in “Tehlikeli Adam” saptamasına atıfla “Fransız devrimi gevezeliğine son verilmesini” istiyor. Hemen tüm yorumcular, Hollande’ın bono piyasalarına tutsak olacağına, Merkel’in de eninde sonunda Hollande’la bir uzlaşma noktası bulacağına inanıyor. Hollande’ın partisi de tam o günlerde, Hollande vaatlerinden dönmeye başladığı sırada, haziranda yerel seçimlere gidiyor olacak.
Yunanistan’da durum çok da açık; seçimlerden, ülkeyi 1975’ten bu yana yöneten muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK, iyimser yaklaşımla toplam yüzde 35-40 oy alarak çıkacaklar. Hazirana kadar, seçmenin neredeyse yüzde 70’inin karşı olduğu kemer sıkma önlemlerini meclisten geçirecek koalisyonu kurabilmek için pazarlığa oturacaklar. Birçok gözlemci seçimlerden sonra kurulacak hükümetin fazla yaşamayacağına inanıyor.
Bu madalyonun öbür yüzünde, Fransa’da, faşist eğilimli Ulusal Cephe’nin adayı Le Pen’in yüzde 20 ve Sol Blok’un adayı Melenchon’un yüzde 12 oyu var. Meclise girme barajı yüzde 3 olan Yunanistan’da Sol Koalisyon’un yüzde 13, Komünist Parti’nin yüzde 11, Ekoloji-Yeşiller’in yüzde 4-5 (Hepsinin toplamı yüzde 30’a yaklaşıyor) oy alması bekleniyor (Kathimerini, 03/05/12). Kendilerine faşist, hatta Nazi denmesine, aldırmayan, Hitler’in büyük bir tarihsel şahsiyet olduğuna inanan Altın Şafak Partisi’nin de yüzde 5+ oy alarak meclis girmesi bekleniyor.
Her iki ülkede de merkez partilerin krize, toplumsal sorunlara çözüm üretme, halkın taleplerine cevap verme kapasitesi ile halkın tepkileri arasındaki uçurum hızla derinleşiyor, derinleşmeye de devam edecek.
Bu derinleşme de faşist partilerin, ulusalcılığa, otoriter ve güçlü lider arayışına, yabancı düşmanlığı gibi kolay çözümlere, demagojik antikapitalizme dayanan politikalarını umut gibi sunmalarını kolaylaştıracak, güçlenmelerini hızlandıracak. Bu derinleşme sınıf çelişkilerini, çözümsüzlük algısını güçlendirerek komünist hareketlerin halka ulaşma, “sınıf - karşı sınıf” politikalarıyla taraftar kazanma şanslarını arttıracak.
Bu saptamalarda biraz olsun gerçeklik payı varsa, liberal demokrasi ve neoliberalizm üzerinde oluşmuş mutabakatın (hegemonik momentin) dağılma sürecinin, siyasi merkezin çökme eğiliminin hızlanmasını, giderek şiddetli sonuçlar yaratmasını beklememiz gerekiyor.
(Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır)