Ömür sayfalarımızdan bir yaprak daha tarihe karıştı.

Artık takvimler 2012'yi gösterecek. Her yeni sayfa yeni bir başlangıç olduğuna göre insanın yeni bir muhasebe yapmasında fayda var. Geçmişin hatalarına takılıp kalmak için değil; istikbali daha doğru ufuklara odaklayabilmek için...

Bizden önceki nesiller, daha önceki nesiller, ondan da önceki nesiller... Nerdeyse üç yüz senedir huzur yüzü görmedi bu millet. Bölünme, parçalanma, dağılıp savrulma korkusuyla yaşadı; daha doğrusu yaşatıldı. Güvenlik sendromu, insanları da devletleri de anormal bir refleksin içine atar. Herkes aslî görevini unutur, hayatı hem kendine hem ötekine zindan eder.

Kavmiyetçilik düşüncesi Osmanlı'nın pek bilmediği bir duyguydu. Farklı kavimler, farklı dinler, farklı diller... Hepsi yan yana, içi içe yaşardı. Fransız İhtilali yeryüzünü dalga dalga kuşattığında ecdad, o artçı şokların ayrılık-gayrılık fikrinin nasıl bir felakete dönüşebileceğini tahayyül edemeyebilirdi. Edemedi de. Yetmiş iki milleti bir arada tutan o sırlı vazo çatırdayıverdi. O gün bugündür bu ülkenin çocukları kamplara bölündü, çatıştı, vuruştu, bitap düştü. Hadiseler yatışınca anlaşıldı ki o amansız kavgalardan zaferle çıkmak mümkün değil.

Müslim ve gayrimüslim, sağcı ve solcu, Alevi ve Sünni, laik ve anti-laik, Kürt ve Kürt olmayanlar... Ne zaman bu ülke şu menhus ayrışmalardan yakasını kurtaracak? En kilit soru bu! Şayet bu suale doğru ve kapsayıcı bir cevap bulamazsak daha nice yıllar gelip geçecek ve kadim kavgaların ortasında tükeneceğiz. Her yeni yılı umutlarla karşılayacağız; ancak aynadaki yansımamızla giriştiğimiz anlamsız mücadeleden yorgun düşüp yerlerde sürüneceğiz.

Güvenlik sendromu ile yaşamak zorunda kaldıkça normalleşme ve demokratikleşme sürecinin tökezlemesi mukadder. Fertlerin fertlere, kitlelerin kitlelere, devletin vatandaşa, vatandaşın devlete güveni için belli bir düzeyde itimat ortamının oluşması gerekmektedir. Bu ortamın oluşması için hukukun çok iyi işletilmesi gerekiyor. Adalet her ferdin eşit olduğunu fiilen ispat edebiliyor, düşünce ve ifade özgürlüğünü garanti altına alabiliyorsa sorunları konuşma zemini doğuyor demektir.

Terör, iyi niyetli girişim ve hamleleri temelden sarsmaya yarayan vahşi bir araç olarak kullanılıyor. Devlet içinde öbeklenen çetelerin de, devleti (en azından kamu düzenini) hedef alan örgütlerin de terörden medet umması boşuna değil. Silahın arkasındaki güç bir yandan kendini vazgeçilmez hâle getirmek ister; diğer yandan da kitlelerin birbirini yiyip bitirmesini. Böylesi gergin bir atmosfer içinde yanlış da yapılır, hata da. Güvensiz ortamdan kaynaklanan gerekçeler, hiçbir günahı meşru kılmaz; lakin o ortamın yol açtığı akıl tutulmaları da göz ardı edilemez.

Hafta içinde Uludere'de yaşanan müessif olay 35 vatandaşın ölümüne sebep oldu. Daha önce sınırdan kalabalıklar halinde geçen, karakol basan ve onlarca genci şehit eden PKK, aşırı derecede bir hassasiyetin doğmasına sebebiyet verdi. Dağlıca, Hantepe, Çukurca, Gediktepe... Onca hadise, devleti tetikte beklemeye mahkûm ediyor. Hal böyle olunca 'kaçakçı' olduğu iddia edilen kişiler 'terörist' sanılarak uçaklar ateş açıyor. Olay vahim. Olaya sebebiyet veren psikoloji daha vahim. Çünkü bu psikolojik şartlar sürdükçe, Allah göstermesin, daha çok 'ölümcül hata' yapılır. Önemli olan, bu atmosferin bertaraf edilmesi.

2012 için en büyük dileğim, bir an önce 'Kürt sorunu' üzerinden yürütülen menfur çabaların sona erdirilmesidir. Çünkü birileri bunun bitmemesini; hatta daha büyük çatışmalar doğurmasını istiyor. Biliyorlar ki bu ülke içte tastamam kenetlendiğinde, o birilerinin çanına ot tıkanmış olacak ve dünya devletler dengesinde bu ülkenin sesi daha bir gür duyulacak. Onlarca senemiz suni çatışmalar yüzünden helak oldu. Bizden sonraki nesiller de aynı belaya dûçar olabilir. Aynı akıbete maruz kalmamanın tek yolu var: Asla provokasyonlara boyun eğmemek, temel hak ve özgürlüklerin önünü tıkayacak güvensizliği bertaraf etmek...

Vekil maaşları üzerine aykırı düşünceler

Milletvekili maaşları çok konuşuldu; gereğinden fazla tartışıldı. Acı bir gerçeği hatırlatmakla başlayayım müsaadenizle: Öteden beri bu tartışmaları Meclis'in ve siyasetin itibarsızlaştırılması olarak kullananlar var. Siyasetçi olmayıp, devlet içinde bazı mevkilerde bulunan kişilerin maaşları, sosyal hakları, imkânları ise hiç konuşulmaz. Hatta ayıplanır. Az üzerine gitsen müesses nizam yıkılıyor sanırsın; bazı çevrelerce öyle tepki çeker. Siyaseti 'maaş' üzerinden vurmak kolay gelir bazı çevrelere.

Keşke siyasetçi bu gerçeği çok iyi görse de maaş konusunda (lojman ve makam aracı da buna dâhildir) azami fedakârlık içinde çalışsa. Bu dikkat ve hassasiyet sayesinde hiç olmazsa bazı art niyetli kişilerin ağzına sakız olmazlar. Madem bu tür konular suistimal ediliyor, şunun şurası dört yıl, az bir maaşla ülke hizmeti nasıl yapılır gösterseler. Kanaat-i acizanemce tepki çeken konu, vekillerin maaşına vekillerin karar vermesi. Keşke bu karar bir başka makama bırakılsa. Sanırım bir başka makam buna karar verirse hem daha objektif olur; hem de Meclis'in itibarı bu kadar zedelenmez.

Bazı art niyetli yorumcuların muhtemel namert yaklaşımlarına rağmen daha aykırı bir fikrimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Vekil maaşları bir başka makam tarafından belirlenmeli ve olabildiğince yüksek tutulmalı. Evet, yanlış okumadınız; yüksek tutulmalı. Yalnız tek bir şart koşulmalı: İster iktidarda olsun, ister muhalefette olsun, vekil olan kişiler görev süreleri boyunca hiçbir ticari faaliyette (doğrudan ya da dolaylı bir şekilde) katiyen bulunmamalı. Meclis'e girerken mal beyanında bulunan vekillerin görevde bulunduğu süre içinde hesapları yakından takip edilebilmeli, kendileri ve yakınlarında en küçük bir zenginleşmenin hesabı yetkili birimlerce (Bu yetkili makam etik kurullarından da oluşturulabilir) sorulmalı. Bu sayede hem gerçekten hizmet etmek isteyenler siyasete girecektir hem de siyaset-ticaret ilişkisi üzerine üretilen şüpheler (ki bunların bir kısmı yalan ve iftiraya dayanıyor olabilir) bertaraf edilecektir.

Kendini dört yıl boyunca Meclis'te hizmete vakfeden kişiler hiç kimseye muhtaç edilmemeli; herhangi bir cazip teklif karşısında dimdik durabilecek konumda yaşamalı. Madalyonun bir yüzü vekillerin namerde muhtaç bırakılmaması ise diğer yüzü de vekil sıfatı ile dolaylı yoldan kazanç sağlanma riskidir. Asıl risk de budur. Emekli vekiller meselesine gelince; bütün emekliler gibi onlar da 'muhannete muhtaç' duruma düşürülmemeli. Ancak hem mecliste olup, hem de emekli maaşı almanın tepki çekeceğini de dikkate almak gerekir.

Bu haftaki Kürsü Sayfası'nda ne güzel buyrulmuş: "Bu dünya hizmet yeridir, ücret yeri değil." Müstağni yaşayan insanları, hayatın manasını paraya pula indirgeyen kişilerin anlaması asla mümkün değil. O yüzden ne deseniz vicdanları titreyemeyebilir. Yine de belli olmaz; bakarsınız yüreği bu ülke için atanlar çok cüzi maaşlarla büyük hizmet ederler de geriye şom ağızlı kişilerin yalan ve iftirası kalır. İşte o zaman ma'şeri vicdan, yüreği hizmet ülküsü ile atanları ahirette yalnız bırakmayacak kadar derin bir vecdle bağrına basar.

Cenaze evinde halay çekenler!

35 vatandaşımızın hayatını kaybettiği olaydan sonra herkes konuştu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan, anamuhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu, MHP lideri Devlet Bahçeli... Herkes olaydan duyduğu üzüntüyü gayet net bir biçimde dile getirdi. Devlet, olayın sonuna kadar araştırılacağını garanti etti ve sorumlu kişi ya da kişilerin ortaya çıkartılacağına dair söz verdi. Doğru olan da buydu. Terörle etkin bir şekilde mücadele edilirken yapılan bir 'hata'yı mazur görmek de o müessif hadiseyi suistimal etmek büyük ve affedilmez bir hatadır.

Her kritik hadisede yangına benzinle koşanlar bu olayda da boş durmadı. 35 vatandaşımızın hayatına mal olan bir yanlışlığı protesto etmek için bir araya gelen BDP'li vekillerin basına kahkaha dolu pozlar vermesi meselenin bir başka cephesini gözler önüne sermeye yetti, arttı bile. Öyle anlaşılıyor ki birileri, ne kadar çok insan hayatını kaybederse o kadar fazla mutlu oluyor. Bütün ülke (sadece Kürtler değil) yasa boğulmuşken kahkaha ardına kahkaha atan bazı kişiler hangi sevinci yaşıyordu acaba? İbret verici bir manzara!

Bir de cenaze evine taziye için gelen kaymakama yapılan saldırı var. Tamam acımız büyük, tamam yüreğimiz kan ağlıyor; ama asla provokatörlere prim vermemek gerekiyor. Onların acı paylaştığı falan yok. Son dönemde güvenlik güçlerinden ağır darbeler yiyen taşeron örgüt bu feci olayı kendi lehine çevirmek için çırpınıp duruyor. Oysa Anadolu insanının yüreği şu muhkem kaziye ile çarpar: Cenaze evinde halay çekilmez!