“Arap Dünyası”ndaki devrimci dalganın yarattığı sarsıntının, üçü de birbirinden farklı olmasına rağmen Mısır, Tunus ve Libya’da açığa çıkan bazı özelliklerinden hareketle, yaşananlara “imparatorluk” ve “ulus devlet” ilişkisinin, II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan biçiminin krizi bağlamında da bakabiliriz. Kees Van Der Pijl’in New Left Review dergisinin temmuz/ağustos sayısındaki, “Arap Ayaklanmaları ve Ulus Devlet Krizi” yazısı bu konuda bize yardımcı olabilir.
‘İmparatorluk’ ve ‘ulus devlet’
Bu iki kavramı da tırnak içinde yazıyorum. Çünkü, “imparatorluk” kavramını, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD hegemonyası altında, belli, sermaye birikim rejimi bir enerji düzeni, tehdit algısı üzerinde oluşan “Batı” blokunun, (IMF, Dünya Bankası, NATO gibi bu blokun askeri, siyasi, ekonomik yapısını yöneten, üreten, yeniden üreten kurumlarıyla birlikte) etki alanını tanımlamak için kullanıyorum. “İmparatorluk” kavramını, burada, oldukça geniş adeta “Batı merkezli” dünya sisteminin egemenlik ve bağımlılık ilişkilerini ifade eden bir “metafor” olarak kullanırken, “ulus devlet” kavramını dar anlamda, “bağımlı”, çoğu kez “post-colonial” (sömürge durumu sonrası), 1960’larda “yeni sömürgecilik” olarak betimlenen bir devlet biçimini ifade etmek için kullanıyorum.
Kee Van Der Pijl’in vurguladığı gibi bu “ulus devlet”in üç özelliği dikkat çekiyor. “İmparatorluk”, bu “ulus devletlerin” ekonomik, siyasi modellerini, toplumsal gelişme dinamiklerini belirliyordu. Bu bağlamda, “imparatorluk”, ekonominin ve popüler kültürün kapısını Batı’nın kullanımına ve etkisine açık tutması koşuluyla devletin yönetimini, Batı blokuna bağımlı, işbirlikçi bir yönetici kesimin eline teslim ediyordu. “İmparatorluk”, devletin rejiminin, açık diktatörlükle, bir yönetici sınıf fraksiyonunun, diğerinin yerine ikame edilebileceği bir parlamentarizme uzanan yelpaze içinde kalmak, bu sınırı aşmamak koşuluyla, toplumun kendini ifade etme biçimlerine göre şekillenmesine izin verebiliyordu.
Diğer bir deyişle, “ulus devletin” ekonomik sistemi, bunun dünya ekonomisine ya da egemen sermaye birikim rejimine eklemlenmesinin biçimleri, bu devletin “imparatorluğu” oluşturan devletler sistemi ve bu sistemin tehdit algıları içindeki yeri, devletin değişmezleriydi. Bu değişmezler veri olmak koşuluyla, siyasi rejim (hatta devletin biçimi) ekonomik istikrarın, toplumsal muhalefetin özelliklerine bağlı olarak değişebiliyordu. Pijl bu sisteme, “imparatorluğun vites kutusu” diyor. Toplumsal muhalefeti bastırmak gerektiğinde açık diktatörlük, toplumsal muhalefet imparatorluk düzenine itiraz etmediği ölçüde, genel seçimleri, siyasi partileri ve yalnızca düzen partilerinin hükümetlerini içeren bir parlamenter rejim şekillenebiliyordu.
... Ve krizi
Ekonominin kullanıma, popüler kültür alanının etkiye açılması koşullarını düşününce, “ulus devletin” krizinin, “küreselleşmenin” sözde özgürleştirici etkilerinden kaynaklanmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu kriz iki dinamiğin kesiştiği yerde ortaya çıkıyor. Bunlardan birincisi, “imparatorluğun”, ABD hegemonyasının gerilemesine, egemen sermaye birikim rejiminin, hem dünya ekonomisinde oluşturduğu eklemlenme (merkez-çevre) biçimlerinin krizin etkisiyle değişmeye, hem de iç düzeninin istikrarını kaybetmeye başlamasıyla ilgili. İkinci dinamik, ekonomik krizin, özellikle neo-liberal kriz yönetim modelinin, özelleştirme, toplumsal harcamaları kısma, önlemlerinin siyasi etkileriyle ilgili.
Birinci dinamik imparatorluğun “ulus devlet” üzerindeki kontrol sistemini zayıflatırken ikinci dinamik, “ulus devletin” içindeki toplumsal (sınıfsal, etnik, dini gruplar arası) çelişkileri keskinleştiriyor, sömürgeciliğe karşı “siyasi bağımsızlık” kazanıldıktan sonra, “kalkınma” (ulusal proje) üzerinde kurulmuş olan toplumsal mutabakatı çözmeye başlıyordu. Böylece toplumsal nefretin, “değişim” talebinin hedefi olarak yalnızca yerel yönetici sınıf temsilcilerini (devletten sorumlu sınıflar) değil bunların iktidarda kalmasına olanak sağlayan uluslararası ilişkileri de (imparatorluk) hedef alıyordu.
Bu genel çerçevenin içine Ortadoğu ve Afrika bağlamında dünya ekonomisinde halen büyük ölçüde “imparatorluğun” denetiminde olan enerji düzenini, imparatorluğun, yeni piyasalara, yatırım alanlarına ve minerallere olan gereksinimini eklememiz gerekiyor. Bu resmi, Çin başta olmak üzere yükselen güçlerle “imparatorluk” arasında bu alanlarda keskinleşmeye başlayan nüfuz alanları rekabetini de göz önüne alarak tamamlayabiliriz.
Van Der Pijl’in de işaret ettiği gibi devrimci dalga “imparatorluğun” Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi ve enerji düzeni üzerindeki egemenliğini, bizzat “vites kutusu”nun kendisini sorgulayarak tehdit etmeye başladı. Bölgede Siyasal İslamın Sünni versiyonunun devrimci dalgadan yararlanarak devlet aygıtına, iktidar noktalarına ulaşmaya başlaması, NATO’nun Libya’da denemeye başladığı “model”, “ulus devlet”in yerine, yeni bir “vites” kutusu oluşturma çabalarının söz konusu olabileceğini düşündürüyor.