Dağdaki ‘Türk’yazısını ilkel bulan bir Cumhurbaşkanı ve işgüzar Vali!.. Türkmen dağındaki ‘Türk’ü kazıdınız... Türküleri, yüzlerce yıldır pırıl pırıl Türkçe’yle yazılan ve söylenen türküleri de o bölgeden kazıyabilir misiniz? Mardin’deki o dağı ‘Türk’ten temizlediğinizi zannettiniz... Her taşa, her söze mührünü geçirmiş, Akkoyunlu’yu, Karakoyunlu’yu, Artuklu’yu, İlhanlılar’ı ve diğerlerini ne yapacaksınız?
Hadi türkülerle de harp edin bakalım... ‘Ağlama yar ağlama’türküsünde “Elma al olanda gel/ Ayva nar olanda gel/ Hasta düştüm gelmedin/ Bari can verende gel” diyen Celal Güzelses’i ve o güzel Diyarbakır türkülerini tarihten silebiliyorsanız silin!..
Bölgede dilden dile aktarılan ve kültürümüzün ve millî kimliğimizin taşıyıcısı olan bu türküleri yoksa Medler mi yazdı? Bunların aslı Türkçe değildi de, sonradan mı dilimize çevrildi? Dağdaki taşla hesaplaşmak kolaydır da, kültürü yok etmek o kadar kolay değildir...
Hadi bir genelgeyle veya kanunla kaldırın atın ‘Fincanın etrafı yeşil’i, ‘Karanfil eken bilir’i, ‘Mardinkapı şen olur’u, ‘Ayrıldım gülüm senden’i, ‘Odasına girdim fincan elinde’yi, Muratgil’in damı’nı, ‘Bitlis’te beş minare’yi, ‘Mektebin bacaları’nı, ‘Makaram sarı bağlar’ı, ‘Bahçada yeşil çınar’ı, Çay içinde dökme taş’ı, ‘Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar’ı, ‘Yola çıktım Mardin’e’yi ve Türk’ün gönlünden çıkıp, yaşadığı coğrafyaya serpilerek kök salan binlerce türküyü...
“Vurma zalım vurma yaram derindir/ Yaram sağalırsa Mevlâm kerimdir” diyen Diyarbakır Dağkapılı Cemil Şallı sanki yüz yıl önce bugünleri görmüş de kağıda dökmüş bu sözleri... Tıpkı “Ağla gönül ağla zamanı geldi/ Yas tutup kara bağlamanın zamanı geldi” diyen hemşehrisi Mehmet Ali Erdem gibi...
1900’lerin başında ‘Felek beni dul eyledi’diyen Ebe Ayşo Hatun şöyle seslenir yavrusuna: “Diyarbekir kara taştan/ Yüregim kan ağlar baştan/ Öksüz kaldın küçük yaştan/ Uyu öksüz yavrum uyu/ Kimse artık açmaz kapuyu/ Ecel aldı bey babani/ Keder kapladı her yani/ Hani aslan baban hani/ Uyu öksüz yavrum uyu/ Kimse artık açmaz kapuyu...”
Sahi, ‘Bitlis’te beş minare’yi serbest piyasa şartlarında özelleştirip, hafızasını silerek, dilinden ve tarihinden koparabilir misiniz acaba? Her kapıyı açan para, bu işi beceremez mi? Boş mu verelim türkünün o hazin hikâyesini? Hani Rus işgali sırasında Bitlis harabeye dönmüştü ya... Rusların çekilmesinden sonra, şehre geri dönmek için yol çıkan bir baba ve oğul Dideban dağı eteklerinde durmuşlar, baba şehirden haber almak için oğlunu şehre göndermişti... Bir süre sonra geri gelen oğul, şehrin yakılıp yıkılmış olduğunu, sadece beş minarenin ayakta olduğunu söylemiş, bunun üzerin baba bu ağıtı yakmıştı... Bu kadar duru bir dille ağıt yakan baba muhtemelen Türkçe’yi bir kursta öğrenmiş olmalıydı değil mi?
Geçebilirsek geçelim bunları, ama tarih de, kültür de bırakmıyor... Bitlisli askerin ağıdına göz gezdirin: “Ordumuz geldi Muş’a dayandı/ Taşı toprağı kana boyandı/ Bitlis’i gördüm yüreğim yandı/ Ağlama anam belki gelirem/ Belki mahşerde seni görürem”... Muş halkının dilinde Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Rus işgalinden beri var olan ve 1959’da Ferruh Arsunar tarafından derlenen ağıda bakın: “Muş’un etrafı dağdır meşedir/ İçinde oturan Veysi Paşa’dır/ Veysi emir verdi Muş’u boşaltın/ Ağla vatan ağla gör neler oldu/ Muş’u işgal eden Moskoflar oldu/ Muş’un etrafında atlı gezerim/ Vatan elden gitmiş yaslı gezerim/ Elbisem kirlenmiş paslı gezerim...”
Türküler nöbet tutarken, Türk’ü kazıyamazsınız oradan... “Diyarbakır etrafında bağlar var/ Fitil işler yüreğimde yaram var/ Sen gidersen benim başka kimim var/ İsterem ki bir gün evvel gelesen” deki ‘sen’ o dilin de, o coğrafyanın da sahibidir... Tıpkı mezar taşları gibi ‘mühür’dür türküler... “Mardin kapısında kelek bağlanmış/ Yemen’e gidenler yürek dağlamış/ Analar babalar kara bağlamış” diyen diller başka neyi anlatıyor?
Dağdan taştan neyi kazırsalar kazısınlar, türküler varsa biz varız, türkü varsa Türk de vardır, Türkçe de... Biz ümitvârız... Dersim dört dağ içinde olsa da, Diyarbakır yine şad akacak... Urfa’ya paşa, tahta temaşa gelecek, Nâre esvap yıkayacak, saza gelmeyenden hesap sorulacak... Hüseynik’ten yola çıkılacak, Edremit Van’a bakarken, içinden Şamran
akacak...
Türküler bekleyecek bu toprakları... Mardin kapı yine şen olacak, karanfili hep eken bilecek... Hangi bağın bağbanısan gülüsen diye sorulacak, makaralar sarı bağlayacak... Mektebin bacaları tütmeye devam ederken, bir ay doğacak Maraş’tan... Kara taş içinde çete kaynayacak, yaşasın Urfalılar teslim olmayacak, dumanlı dağlarında ceylanlar gezecek...
Yine Ahlat’ın başına gelinecek, bebekler yine şekere katılacak... Vanlıyam şanlıyam sözlerinin eşliğinde, Ağrı dağından uçulacak... Her daim buralardan bir atlı geçecek, eşme pınarlar dert deşecek...
Yine geceler yârimiz olacak... Türk’ü kazımak isteyenlere karşı, yüksek minarelerde kandiller yanmaya devam edecek...
(Yeni Çağ gazetesinden alınmıştır)