Suriye’nin “resmine” bakınca bir sürü gariplikle karşılaşıyoruz. Örneğin isyancıların sözde “özgürlük” mücadelesi, infazlarla katliamlarla ilerliyor! Dün, ABD El Kaide “militanlarını”, işkenceyle sorgulanabilmeleri için Suriye’ye gönderirken bugün El Kaide ve Selefi akımların Suriye’ye girişini hızlandırıyor. Dün “demokratikleştirilen” Irak’ta bugün neredeyse her gün onlarca insan bombalarla havaya uçuyor.
Esad diktatörlüğüne karşı isyancıları silahlandıran, eğiten, Suudi Arabistan, Körfez emirlikleri, kendi ülkelerinde muhalefete yaşam hakkı tanımıyor. ABD, Batı yönetimleri medyası başka yöne bakmayı seçiyor. Topraklarında kurduğu kamplarda isyancıları eğiten, Suriye’nin iç savaşına taraf olan Türkiye hükümetiyse, kendi ülkesinde Kürt sorununu bir çözümsüzlüğe ittikten sonra Şemdinli’de adeta bir savaş yaşıyor.
Belli ki Suriye’de yaşananlar Suriye halkının özgürlük mücadelesiyle ilgili değil. Suriye, Ortadoğu jeopolitiğinde geçiş hattının düğüm noktası olarak önemli. Suriye düğümü kesildiğinde, İran’la Lübnan arasına bir Sünni rejim oturtulduğunda, Hizbullah tecrit edilecek, Irak’taki Şii iktidarı zayıflatılacak, böylece İran yalnız kalacak, devrilmesi kolay bir rejime dönüşecek.
Geçen hafta ABD meclisinden geçen yeni bir yasa İran’a yönelik ambargonun koşullarını ağırlaştırırken Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı Romney’in İsrail ziyareti, İran’a yönelik bir saldırı olasılığının arttığını gösteriyordu.
Karşımızdaki resimde başka gariplikler de var. Örneğin, geçen hafta, Suudi Arabistan’ın BM Genel Meclisi’ne sunduğu Esad rejimini kınayan, Rusya ve Çin’in tavrını eleştiren bir önerge, 133’e karşı 12 oyla kabul edildi, 31 ülke oylamaya katılmadı. Libya’ya karşı benzer bir oylamada Suriye “hayır” oyu vermemişti, sonra sıra kendisine geldi. Eurasya Review’da bir yorumcu haklı olarak, “Bu oylamada evet diyen ya da katılmayan ülkelerden bazıları, yarın sıranın kendilerine geldiğini görebilirler” diyordu.
Önceki hafta Financial Times’daki yorumunda Condoleezza Rice, Bush döneminin dış politika ilkelerine geri dönmek gerektiğini savunuyordu. Rice, dışişleri bakanıyken, bugünün Suudi Arabistan ve Körfez emirlikleri gibi “evet”çileri, o zaman gündemde olan “rejim değişikleri” listesindeydi.
ABD’de muhafazakâr parti başkan adayı Mitt Romney’in İngiltere, Polonya ve İsrail ziyaretleri sonrasında, söyledikleri üzerinden başlayan tartışmalar, Rice’ın yaklaşımının güçlü ekolarını taşıyor, Romney kazanırsa, o listenin yeniden gündeme geleceğini düşündürüyordu. Romney, arkasındaki Neoconlar, Obama’nın yaklaşımının ABD’nin gerilemesini durduramadığını, yeniden imparatorluk stratejisine, Ortadoğu’da daha belirgin bir İsrail merkezli politikaya geri dönmek gerektiğini savunuyorlar.
Ben burada dış politikada Obama’yla Romney arasında farklara ilişkin varsayımlar üzerinden düşünüyorum, ama The Independent’ta Adrian Hamilton, Romney’in, bu gezide söylediklerine bakarak “Gerçekten de göründüğü kadar kötü olabilir, ama benimsediği dış politika ilkeleri ya da önyargıları, ABD’de genel olarak benimsenen varsayımları tam olarak yansıtıyor” diyordu. Başkanlık seçimleri yaklaşırken bu ortak varsayımlara yapılan vurguların artmaya başladığı, Romney’in konuşmalarında dikkat çeken “önyargıların ve ilkelerin” Obama kazansa da öne çıkacağını gösteriyor. Önceki hafta Obama da “Yabancı Savaşlar Gazileri” toplantısında yaptığı konuşmada “vazgeçilmez ülke olma”... iddiasını tekrarlamıyor muydu?
Suriye’nin aslında İran olduğunu söylemek kolay. İran’a gelince onun Ortadoğu enerji denklemi dışında, ABD’nin “vazgeçilmez ülke” (istediğini yapabilme) konumunu koruma çabalarıyla, bu çabalara direnen Çin ve Rusya arasında kritik bir noktada sıkışmış olduğu anlaşılıyor.
Rusya kendi yakın çevresinde, Çin, Latin Amerika’da, özellikle Afrika’da etkisini arttırmaya devam ediyor. ABD de buna karşılık Çin ve Rusya’nın etki alanlarına giren ülkeleri kendi yanına çekmeye çalışıyor, Hillary Clinton’ın son Afrika gezisinde bir kez daha kanıtlandığı gibi belirgin bir dirençle karşılaşıyor. Rusya ve Çin’in muhalefetine karşın ABD, NATO üzerinden Libya rejimini devirdi. Şimdi, Suriye’de müdahaleyi, İran üzerindeki baskıları tırmandırıyor. ABD bu ülkede de başarılı olursa, “işgal etmeden rejim değiştirebilen ülke olarak” Rusya ve Çin’in nüfuz alanlarına giren ülkelerin liderlerini taraf değiştirmeye, daha kolay ikna edebilecek.
Buna karşılık Rusya ve Çin’in ABD’nin bölgeyi istediği gibi biçimlendiremeyeceğini kanıtlamak, Ortadoğu’da kaynak harcamaya devam etmesini istedikleri söylenebilir. Suriye’yi yıkmak İran’ı teslim almak için, İran’ı teslim almak da Rusya ve Çin karşısında diğer ülkelere kimin esas patron olduğunu kanıtlamak için önemli... Daha sonra sıranın kime geleceğiyse belli değil!
(Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır)