Artık geleneksel hale geldi. 2008'den beri büyükelçiler her yıl bir araya gelip dış politikadaki gidişatı konuşuyor. Büyükelçiler Konferansı'nda son birkaç yılda 50 yeni temsilciliğe kavuşan Dışişleri'nin sorunları ele alındığı gibi, sıcak gündemler üzerine serinkanlı beyin fırtınası yapılıyor.
Bu yıl dördüncüsü yapılan toplantıların güzel yanlarından biri de diplomatların aşina olduğu Başkent'te başlayıp her defasında Türkiye'nin milli dokusunu oluşturan şehirlerimizden birinde devam etmesi. Geçen yılki toplantı Anadolu'nun kilit şehirlerinden Erzurum'da yapılmıştı. Bu yılki toplantı ise Osmanlı'ya payitahtlık yapmış; serhat şehrimiz Edirne'de idi.
Epey geniş bir kesim tarafından "Monşerler" diye adlandırılan Dışişleri camiasıyla halk arasındaki mesafeyi yaklaştırmak için de olumlu bir girişim bu. Genelde seçkin ailelerden gelip, elit okullarda okuduktan sonra hayatlarının çoğunu yurtdışında geçirmeleri; resmî ideolojiye paralel olarak kendilerini daha çok Batı kültürüne göre yetiştirmeleri; milli değerlerimizin bir parçası olan dine mesafeli tavırları diplomatlar hakkında böyle bir algının oluşmasında rol oynamış olabilir. Ama değişen Türkiye'ye paralel olarak bu algının da değişmesi kaçınılmaz. Nitekim Erzurum'da diplomatların Dadaş barı oynayıp cağ kebabı yemeleri; Edirne'de tarihî mekânları gezip Selimiye Camii'ni ziyaret etmeleri sembolik de olsa sıcak adımlardı.
Konferansta bu yıl, her ülkenin dış politikada en çok zorlandığı konu ele alındı: Dış politikada demokratik değerler ve ulusal çıkar dengesi. Türkiye'nin son 30 yıllık dış siyasetine ve geleceğine karşılaştırmalı bir perspektifle bakmak isteyenlerin, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun bakanlığın sitesinde tamamı yayınlanan açış konuşmasını okumasında fayda var. Berlin Duvarı'nın yıkılması; 11 Eylül ve Arap Baharı tarihî eşiklerinde çıkan fırsatları acaba Türkiye ne kadar başarıyla değerlendirdi? Davutoğlu'nun ilk döneme ilişkin tespiti şöyle: "1991'de kişi başına düşen gelir 3900 dolar iken 10 yıl sonra 2001'de bu rakam 2900 dolara düşmüştü. O 10 yıl, Orta Asya'da ve Balkanlar'da birçok dış politika hamlesi ve kriz yönetimi girişimi yapılmasına rağmen demokratik ve ekonomik kalkınma yönünden kayıplarla geçti. Çünkü ülkemizde dünyadaki genel değerlerle uyumlu bir siyasî restorasyon yaşanamadı."
Toplantılarda sadece Davutoğlu konuşmadı. Cumhurbaşkanı Gül tarafından kabul edilen elçilere, başbakan yardımcıları Bülent Arınç, Ali Babacan ve Bekir Bozdağ olmak üzere neredeyse kabinenin büyük bir kısmı hitap etti. Diplomatlar, İsviçre Cumhurbaşkanı ve Sırbistan Dışişleri Bakanı gibi misafirleri de dinledi.
Konferansın dikkat çeken noktalarından biri de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in diplomatlara konuşmasıydı. 10 yıldır Diyanet'in dış ilişkilerinde aktif rol alan; Papa ve İngiliz Kraliçesi gibi ağır önemli yabancı konukların ziyaretlerinde önemli görevler üstlenen Prof. Görmez'in büyükelçilere konuşması; bu 'elit' sınıf ile halkı yaklaştırma çabası açısından önemli olduğu gibi, hem Türkiye hem de uluslararası ilişkilerdeki değişimi yansıtması açısından manidardı. Bu konuşma, uzun zamandan beri ihmal edilen dinin, Türkiye kimliğinin bir parçası olarak meşrulaşması anlamına geldiği gibi; dış siyasette tarihin, kültürün ve beşerî unsurların artan öneminin de göstergesi.
Nitekim Görmez de soru-cevaplarla 3 saati bulan konuşmasında, uluslararası siyasette dinin artan önemini vurguluyor; sert laiklik uygulamalarının insanlığa verdiği zararlardan söz ediyor. Dini; zamanla etkisi kaybolacak, geçmişe dair bir efsane gibi görmenin de; onu baş tacı ederken zamanı ihmal etmenin de yanlış olduğunu hatırlatıyor. Küresel olayları yorumlamada din faktörünü göz ardı eden açıklamaların yetersiz kaldığına dikkat çekiyor. Vatikan'ın dünya siyasetindeki rolünü, Bosna krizini, AB Anayasası'ndaki din tartışmalarını hatırlatan Görmez, bölgemizde çok aktüel olan mezhep gerilimiyle ilgili üzerinde düşünülmesi gereken tespitler de yapıyor.
Şiiliğin bir "mezhep" olarak yaygınlaştığını ve İslam'ın tarihsel bölünmesinin bir kez daha aktüelleştirilmek istendiğini ifade eden Görmez, "Körfez'de Şia, İslam'ın geleneksel Doğu-Batı gerilimindeki rolünde hamilik üstlenmektedir." diyor ve şu uyarıda bulunuyor: "Modern zamanların ürünü olarak öne çıkan dinî metinleri hayatın gerçeklerinden kopararak kanun metni hâline getiren Selefiliğin yer yer ekstrem çıkışları da Şia karşısında İslam'ın Sünni temsiline aday görünmektedir. Şia'nın Batı karşısında İslam'ın temsiline soyunması, Selefi Vehhabiliğin de farklı versiyonları üzerinden Şia karşıtı Sünni hegemonik bir güce dönüşme arzusu asla ihmal edilmemesi gereken politik bir alan üretmektedir." Bu durumda, Türkiye, yeni Ortadoğu'da politize Şiilik ile reaksiyoner Selefilik arasında mı kalmış oluyor?