Dağınık bir ufuk, çınlayan bir günün akşam saatleri...
Az sonra güneş ufuk çizgisinde kaybolacak, bir karanlık kıyı kasabasının üzerine çökecek...
O saatlerde düşler kurulur...
Çiçeklenmiş bahçeler, umudun rüzgârıyla buluşur.
Kayıp bir hava... Denizin hışırtısı... Uzun bir yolculuğun derin kayışı...
Ve uzaklardan gelen bir ses:
“Kumlara yazdım adını!”
İnsanın var olmadığı tarihler o bilindik acılarla kucaklaşırken, 600 öğrencinin zindanlarda yattığını düşünürsünüz belki.
Belki çekingenliğin gölgesinde, küçük bir kızın elindeki bebeğini sallarken annesine sarılıp “Babam ne zaman gelecek?” diye sormasını...
***
Ağır bulutlar ve hafif bir yel; annenin bu soru karşısında gözlerinden akan yaşı çocuğuna göstermemesini...
Titreyen bir toprak ve yaşadığımız coğrafya; kardeşlik ve barış üzerine yapılan tartışmalar...
Galatasaray Üniversitesi öğrencisinin 25 ay sonra tahliyesi...
Cihan Kırmızıgül’ü anımsıyorsunuz sanırım...
Poşu taktığı için, terörist olduğu gerekçesiyle otobüs durağında gözaltına alınan genç.
***
İlkyazın sürgün verdiği bir günün içinde, ıhlamur ağaçlarının altında denizi seyrediyorum bir sahil kasabasında.
İki ay sonra dolacak buralar...
Baktım kırlangıçlar çoktan gelmiş, yuvalarını yapmışlar bile...
Günlük gazeteleri okurken, Cudi Dağı’ndaki operasyonda şehit düşen polis Kadir Can’ın kızı Gökçe ve oğlu Ömer’in çığlığını duyar gibi oldum:
“...Sen üşümüyorsun ama biz sensiz üşüyoruz baba!”
O anda çiçek kokulu bir dünyayı düşündüm...
Yaşamı!
Acıyı!
Hüznü!
***
Gözlerimi kapadım bir süre...
Kelimelerin o bildiğiniz sessiz oyununda yeni tümceler ürettim:
“Gülüm, sessizliğinin o menevşeli akşamında demir sürgülü kapılar, beklenmedik acılar bizim yaşam biçimimiz oldu...”
Ateş düştüğü yeri yakardı.
Bu ölümler bitmeli, özgürlük yaşamımızın bir parçası olmalıydı.
Kör teröre ne kadar kurban vermiştik... Bunun hesabı kitabı yoktu...
Hakkımızdı şöyle demek:
“Ey aşk, ey aşk!
Mavi yüzün görülmüyor.”
***
Bak alçakgönüllü bir ezgi gibi usulca geliyor adın... Ve beyaz kumrular uçuyor ellerinden...
Anıların zaten hep beyaz giydirirdi sana... Carlos Amat’ın dizelerinde güneşi yakalarken sessizce ağlıyordun.
Yarınlar için!
“Bir gök ölüyor ellerinde ve inceliğinde başka bir gök doğuyor... Sevecenlik bir çiçek gibi açıyor yanında seni düşünürken.”
Biliyorum göklere inanıyorsun artık Urla iskelesinde dolaşıp, Foça’da ya da Datça’da soluk alıp verirken...
Yannis Ristos’u okuyorsun, Melih Cevdet Anday’ı...
Durgun sularda dolaşırken hapislik günlerin geliyor aklına.
Sabaha karşı saat üçte gözaltına alınışın!
Tutulmuş yollar, kaçak günlerin, anlattığın öyküler...
***
Karanlık surların altında saklandığın o zaman dilimi, paslanmış gözlerin yitip giden güzelliği, seni yine yarınlara taşıyacak sakın unutma!
Bak Gökçe’nin fotoğrafına...
Kan çiçekleri, ölüm tuzakları, o derin devlet yapılanması, şehit tabutlarında taşınan eroin...
Orgeneral Eşref Bitlis ve ona yakın komutanların ortadan kaldırılışı...
Sakın umudunu yitirme!
Kırılma!
Korku salanlara aldırış etme...
Ve şöyle haykır sabah akşam:
“Güller de şarkılar da sessizdir sen yokken... Sevecenlik bir çiçek gibi açıyor seni düşünürken...”
(Cumhuriyet)