Günlerden sallanan salı idi fakat çarşambayı ettim. Haftada yedi gün varken, ben hep sekiz bildim. Olmayan o günün içine, neler sığdırdım bir bilseniz. Kesin yüreğinizde kelebekler uçuşur, ateş üstünde koşar gibi olur, dünyaya meydan okuyabilirim sanırdınız. Okumayı bilmeyip de okuyanlardan hani...

Başımı annemin dizine koydum. Gözlerim kapandı kapanacak. İnadına açık tutmaya çalışıyorum, fakat göz kapaklarımda dünyayı taşıyormuşum gibi bir yük var. O küçük yüreğimdeki, gözlerimdeki yükleyim ben...

Şimkürek dedikleri Esenyurt köyünün içinde, derenin yamacındayım. Kır çiçekleriyle dolu. Ayağım kaysa, kesin yuvarlanarak otuz saniyede, köyün aşağı yamacında olurum. Ama ne kadar diken batar bilemem. Belki de derede bulurum kendimi. Düşmeyeceğimi dileyerek, sarı yeşil çiçeklere, beyaz papatyalara takıldım. Gelincik çiçekleri vardı çiçeklerin içinden sivrilen. Adeta beni gör dercesine doğayla süslenen. Kan kırmızısı, zeytin edasında tenlere bürünmüş gelincikler... Arada da çiçekçilerde aranjör olarak kullanılan beyaz kır çiçekleri vardı; kar taneleri gibi beyaz gerdanlarını doğaya açmış, süzülen yemyeşil bedenleri adeta beni sevin diyordu. Taze gelin gibiydiler. Herbirinin güzelliği doğayı kıskıvrak yakalamış, rengarenk kokularıyla gök kuşağı gibi çevrelemişti. Tabiata aşık olup, verdiği sarhoşluğuyla resmen kendimle kayboldum.

 

Oraya gelmeden önce Ayşe Teyze’nin taştan örülmüş, toprak ve saman karışımı sıvayla bürünmüş evinin önünden geçtim. Ayşe Teyze’ye annem “yenge“ derdi. Evin tam karşısında buğday dövdükleri, yuvarlak iki katlı her biri ton ağırlığında taş gördüm. Alttaki düz, üstteki kazan gibi içi geniş ve boştu. Bu taşın da ortası delikti ama meşe ağacından yapılmış kalın bir sap bu iki taşı tutuyordu. Köyün kadınları, burada buğday çeviriyorlarmış. İsteyen bulgur yapıyor, isteyen de un olana kadar eritiyormuş o taneleri. Tertemizdi, hoş buğdaydan eser bile görmedim.

Biraz yürüdüm. Yanımdan iki erkek çocuk geçti. Biri benim yaşlarımdaydı; olsa olsa yine de sekiz en fazla dokuzdu yaşları... Üzerinde lacivert renginde naylon içerikli eşofman vardı. Saçları kömür gibi, kıvırcık, alnından terler akan, zeytin gözlü bir çocuk. Terlerin aktığı yerlerde izler kalmıştı yüzünde. Annemin sözü aklıma geldi, “Köyde, çalışıp çalışmadığın, ter izinden bilinir.” derdi. Diğeri biraz daha uzun ve cılızdı. Üzerinde siyah düz tişörtle, eflatun renginde beyaz benekli şort vardı. Benekler sanki çamaşır suyu lekesinden kalmış gibiydi. Kahverengi gözleri adeta boncuk gibi olmuş, sen de kimsin der gibi bakıyordu bana. “Belki abisidir.” dedim içimden... diğer dediklerimi kimse duymadı, çok sevindim. O da pırıl pırıldı. Terlemişti ama pırıl pırıldı işte.

Ne yapsam, diye düşünürken atladım önlerine, resmen iki ayağım üzerine. “Selaaaammm” dedim. Heyecanımla cesaretimin birleşme noktasında olan ben, tebessüm içindeydim selam derken. Ağzım kulaklarıma değmişti, yerle gök benimdi sanki. “Bu eşeği nereye götürüyorsunuz?” dedim. İkisi de önce birbirine baktı sonra da bana, adeta sorgularcasına. İmtihandan geçiyorum sandım. İki saniye içimden ön hazırlık yaptım, gözlerimi kapadım ‘portakalı soydum’ saydım, sonra açıp kendimi tanıttım. Yedi buçuk yaşındaydım, kara gözlü al yanaklı Aslı’ydım. Kimlerin misafiri olduğumu anlatınca tebessüm ettiler bana. Malum dedemler köyün önde gelen ailelerindendi. Üç dayım vardı, üçü de çok iyi tanınan iş adamıydı. Şimdi ikisi meleklerle beraber. Öyle ki soframızdan kuş sütü eksik olmazdı desem yeridir.

“Eşeği sordum, eşeği” dedim. Otlatmaya götürüyorlarmış. “Gelir misin?” dediler. Gitmez miyim hiç, sorsunlar diye bekliyordum zaten. Gözlerim açıldı, kocaman tebessümle “Kabul ederseniz, evet” dedim. Beni eşeğe bindirdiler. Kınalı, kömür gözlü, beyaz lekeli, kahverengi tombul bir eşeğe hem de... Eşeğin kafası arkamda kaldı. Ahmet ile Mehmet eşeğin sağ ve sol tarafından yürüdü. Eşeğin üstünde karşıma baka baka gittik. Yol boyunca Ahmet ile Mehmet kıkırdadı durdu. Eşeğin o güzel gözlerine yürürken bakmak mümkün olmadı. Ne mümkün! Ne yapayım eşeğe yirmi denemeden sonra bindim. Bir daha binemeyeceğimi düşününce inmek istemedim. Çok zevkliydi. En güzel hediyeyi vermişlerdi bana.

Bu arada kardeş değil , teyze çocuklarıymış. Dedemlerin de komşusunun torunları oluyorlarmış. Üç güzel arkadaşım olmuştu. Ahmet, Mehmet ve eşek. Birden düştüm, kendimi yerden kaldırırken kanepeyi gördüm. Annem beni uyuya kalınca kanepeye koymuş. Eşekten düştüm diye üzülürken, rüyama geri dönmenin telaşı içindeydim halen.