Bu yıl tam tabirle "akademik leyleği" havada gördüm. Ortalama her 10 günde bir, bir yerlerdeki konferans, sempozyum, toplantı veya çalıştaya konuşmacı olarak katılıyorum.
Mart ayı sonunda İstanbul'daki Rahmi Koç Müzesinde katıldığım bir toplantı beni hem konu hem de ortam olarak çok etkilemişti. Önümüzdeki haftalarda hayran kaldığım Rahmi Koç Müzesini anlatan bir yazı yazacağım. İstanbul'a gidince mutlaka görülmesi gereken yerlerden bir tanesi benim görüşüme göre. Yakın tarihimizin uçak, gemi, otomobil ve taşıma ile ilgili diğer alet ve makinelerinin büyük bir çoğunluğu orada. Geçmişten günümüze yürüyor insan müzeyi gezerken…
Nisan ayının daha ortasına gelmedik ama bu ay katıldığım 4. konferans oldu Ankara'daki "Kıbrıs Çalıştayı." EkoAvrasya'nın (Avrasya Ekonomik İlişkiler Derneği) Keçiören Belediyesi ile birlikte düzenlediği mükemmel bir etkinlikti ve kalite çıtası da çok yukarılardaydı bu bilimsel toplantının.
Bir başka yazımda EkoAvrasya'dan ve faaliyetlerinden bahsedeceğim, KKTC'mize bakış açılarını ve bir şeyler yapabilmek için çırpınışlarını dile getireceğim. Türkiye'mizde kalplerinde KKTC sevgisi taşıyan bu denli çok insanı görmek gerçekten de beni çok mutlu ediyor, gönlümü okşuyor.
Çalıştayın kapanışına doğru katılımcı bir arkadaşımızın daveti ile salona gelen Ankara 1. Sınıf Emniyet Müdürü, "Ata bey hoş geldin" diyerek gelip yanıma oturdu. Kapanıştan sonra ise etrafımız sarıldı ve yanımıza gelenlerle çember genişledi.
Hoş beşten sonra ilk sorusu Müdür Beyin sorusu "KKTC Polis Genel Müdürü Ahmet Zaim beyi tanır mısın?" oldu.
Ben Mağusa'lıyım, Ahmet bey de Mağusa'mızın iftihar ettiği insanlardan birisi, elbette tanıyorum" yanıtını verdim ve bu sorudan sonra da genelde polisle, özelde bizim polisimizle ilgili konuşmamız başladı.
Kapkaçı nasıl önlediklerini ve bıçakla kesilmiş gibi durdurabildiklerini sordum. Gerçekten de bir dönem gazeteler insanların yollarda yürürken gasp edildikleri haberleriyle doluydu. Sonra ne olduysa oldu ve aniden bıçakla kesilmiş gibi durdu bu kapkaç.
Emniyet Müdürünün yanıtı çok açık ve netti. "Hükümetteki yöneticilerimiz ile iletişimimiz mükemmel. Vatandaşlarımızın huzurlu bir yaşam sürmelerine yönelik isteklerimiz vakit geçirilmeden hemen yerine getiriliyor. Kapkaça verilen ceza arttırıldı ve ilk vakada 32 yıl hapislik verilince, arkası hemen kesildi" diyerek, mucizenin ipucunu vermiş oldu.
"Suç işlemeyi yaşam tarzı olarak görenler işledikleri suçun kaç yıl, kaç ay, kaç gün ve kaç saat ceza alacağını daha suçu işlemeden çok iyi biliyorlar. Bu nedenle de caydırıcı cezalar, gerçekten de caydırıcı oluyor" diyerek çok önemli ve hassas bir konuyu dile getirdi. Darısı bizim Meclisin başına. Maraton oturum yapıp, A'dan Z'ye tüm cezaları arttırmaları gerekiyor, suçları önleyebilmek için bu küçücük dünya güzeli adamızda.
Aslında bu yanıt ve yanıttan sonra anlattıkları, bir yerde sormak için kafamda sıraya soktuğum diğer sorularımın da yanıtını kendiliğinde verdi. Türkiye Cumhuriyeti Polis Teşkilatında gözlü görülür, elle tutulur bir gelişme yaşanıyor son bir kaç yıldır ve bunu nasıl başardıklarını, hırsızları, katilleri, gaspçıları, uyuşturucu satıcılarını ve diğer suç işleyenleri nasıl 80 milyon insanın içinden cımbızla çekip alabildiklerini sordum ister istemez, hiç hata yapmadan ve tüm delilleri ile birlikte…
Türkiye, bir adalı olarak benim bakış açımdan karasal olarak "çoook" büyük, nüfus olarak da "çoook" kalabalık bir ülke. İşin doğrusu da, bu büyüklüğün ve kalabalıklığın içinde suçlu takibinin nasıl yapıldığını ve sonuca gidildiğini adalı kafam pek almıyordu, Sayın Müdürün açıklamaları bitene kadar.
64 ekranlık bir odada tüm suçların görsel takibi yapılıyor. Çekimler o denli güzel ve net ki, bırakın suç işleyenin yüzünü gözünü net olarak seçebilmeyi, o anda içtiği sigaranın markası bile tespit edilebiliyor, sokaklara kurulmuş kamera sistemleri ile.
Buna ilaveten "suçlular" ve "suç türleri" çok yakından bilimsel olarak inceleniyor herhangi bir önleyici karar alınmadan evvel.... (Devam edecek)