"İslam bir zorlama ve bastırma dini midir? Yoksa özgürlükle, yani bireylerin hayatları üzerinde tam bir denetime sahip olmaları; dindar, tersi ya da ne isterlerse o olabilecekleri fikriyle bağdaşır mı?
Bu soruları sormak için birçok haklı neden var. Zira günümüz İslam toplumları, özgürlükleriyle sivrilmiyor... Bugün Müslüman çoğunluklu toplumların hiçbiri 'tümüyle özgür' olarak nitelenemiyor..." Bu tesbitler, sorulmaya değer soruları sormakla temayüz eden genç bir Türk gazeteci olan Mustafa Akyol'un İngilizce kitabının çıkış noktasını oluşturuyor.
Akyol'un "Aşırılıktan uzak İslam: Bir Müslüman'ın özgürlük savunması" (Norton, 2011) başlıklı kitabını esas olarak Batı dünyasında karşılaşılan yaygın önyargılara cevap olarak kaleme aldığı söylenebilir. Ancak ne İslam'la ilgili önyargılar ne de İslam konusunda aydınlanmaya ihtiyacı olanlar Batı'yla sınırlı.
Özgürlüğe inanan ve inançlı bir Müslüman olan Akyol'un temel tezini şöyle özetleyebilirim: Bugün İslam dünyasında özgürlüğün yerleşememiş olmasının kuşkusuz birçok siyasi, sosyal ve ekonomik nedenleri var. Ancak üzerinde durulması gereken bir neden de İslam'ın otoriter - totaliter yorumlarının yaygınlığı. Bugün İslam ülkelerinin temel ihtiyaçlarından biri, bireylerin ve toplulukların özgürlüğüne saygının yerleşmesi. Bunun yolu da demokrasiyi ve piyasa ekonomisini hakim kılmak. Eğer bugün Türkiye, İslam dünyasında farklı bir yere sahip ise bunun nedeni, 19. yüzyılın ortalarından itibaren gelişen, İslami değerlerle özgürlükçü - liberal değerlerin sentezini yapan anlayışın giderek yerleşmekte oluşu. Anayasal yönetimi, temsili demokrasiyi ve fikir özgürlüğünü savunan bu İslam anlayışı, 19. yüzyılın ortalarında Genç Osmanlılarla başladı, 20. yüzyılın ilk yarısında Said Nursi ve son on yıllarda Nursi'nin mirasını küresel bir akıma dönüştüren Fethullah Gülen ile sürdü.
Akyol'un İslam'ın özgürlükçü temelleri bağlamında dikkat çektiği hususlardan biri, Kur'an'ın bireyleri Yaradan'a, Allah'a karşı şahsen sorumlu tuttuğu; fertlerin ancak kötülükten kaçınarak, iyilik yaparak selamete ereceklerini vurgulaması. İkinci bir husus, İslam'ın dinde zorlama olmayacağına ve farklı inançlara saygı gösterilmesine ilişkin temel ilkeleri. Kitabın önemli bir bölümü İslam'ın "Akılcı" ve "Gelenekçi" yorumları arasındaki mücadeleye ayrılıyor. İslam dünyası 8. ve 13. yüzyıllar arasında dünyanın en zengin, en güçlü, en yaratıcı, en aydınlanmış bölgesiydi. Bunu mümkün kılan, inanç ile aklı bağdaştıran yorumun egemenliğiydi. Akılcı yorum, sevap işleyerek cennete, günah işleyerek cehenneme gitmenin bireysel bir tercih olduğunu savunmakla kalmıyor; insanın aklını kullanarak evrenin işleyişini keşfedebileceğini de savunuyordu. Ortaçağ İslam dünyasında bilimin, sanatın, her alanda yaratıcılığın gelişmesi bu anlayışla mümkün oldu.
Akyol'a göre daha sonra yaşanan gerilemenin bir temel nedeni de, bireylerin özgür tercihlerine değil kadere, alınyazısına vurgu yapan; Kur'an'a değil, sahih olup olmadıkları tartışmalı hadisleri tartışmasız esas alan gelenekçi yorumun yayılmasıydı. Bunun sonucunda akla dayalı sorgulama asgariye indi; Şeriat giderek katı kurallara dönüştü. Zina yapanların taşlanması; dinden dönenlerin öldürülmeleri; kadınlara, sanata, müziğe getirilen kısıtlamalar ve diğer yasaklar böyle geldi. Oysa bunların hiçbiri Kur'an'da yoktu. Sufi İslam'ın yükselişi, bir ölçüde bağnaz yorumun bu katı, kısıtlayıcı çerçevesini aşmak ve bireye nefes alabileceği bir alan açma arayışının sonucuydu.
Akyol, kitabını şu sözlerle bitiriyor: "Dünyayı Dar-ül İslam ile Dar-ül Harb arasında bölünmüş olarak görmekten vazgeçmenin zamanı. Bugün yaşanan, Özgürlük dünyasıyla Despotluk dünyası arasındaki bölünme. Müslümanlar ilkini savunmalı." Akyol'un kitabını yalnızca İslam konusunda aydınlanmaya muhtaç Batılılara değil, Müslümanlara ve diğerlerine de kuvvetle tavsiye ediyorum. Umarım Türkçesi de en kısa zamanda yayımlanır.
(Zaman gazetesinden alınmıştır)