Kimlik… Hepimiz bu sözcüğün ne anlama geldiğini bildiğimizi sanırız. Halbuki bu Sokrates’in “Kendini tanı” sından başlayarak, nice ustalardan geçip Freud’a gelinceye kadar felsefenin en öncelikli sorunu olmuştur.
Günümüzde ne zaman göç, göçmenlik veya vatandaşlık gündeme gelse bununla birlikte “kimlik” konusu da gündeme geliyor.
Kimlik deyince kimlik kartı veya pasaportu anlamamak gerekir. Herkesi bir kimlik kartı var. Bu ister Türk, ister Alman makamlarından verilsin, her ikisi de içerik olarak aynıdır. Üzerinde kişinin adı, soyadı, doğum yeri, yılı, fotoğraf, bazı fiziksel özellikleri, adresi imzası, parmak izi vesaire bulunur. Bu resmi belgedir. Kişinin bir başkasıyla karıştırılmamasını sağlar.
Ama bir başka kimlik daha vardır. Örneğin Almanya’daki Türklerin çoğu da bir gün mutlaka “kendini Türk mü yoksa Alman mı hissettiği” sorusuna muhatap olmuştur. Bu başka bir kimlik tanımlamasıdır. Bu soruya en iyi cevabı Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf “Les Identies Meurtrieres” kitabında vermiştir. (1)
“1976’da Lübnan’ı terk edip Fransa’ya yerleştiğimden beri, son derece iyi niyetli olarak kendimi “daha çok Fransız” mı yoksa “ daha çok Lübnanlı” mı hissettiğim ne kadar çok sorulmuştur bana. Cevabım hiç değişmez. “Her ikisi de!” Herhangi bir denge ya da haktanırlık endişesi yüzünden değil… Ama cevabım farklı olsaydı yalan söylemiş olurdum.
Beni bir başkası değil de ben yapan şey, bu şekilde iki ülkenin, iki üç dilin, pek çok kültür geleneğinin sınırında bulunuşumdur. Benim kimliğimi tanımlayan da tam olarak budur. Kimlik bölmelere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur ne de üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan. Benim bir çok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir dozda onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş tek bir kimliğim var”
- Amin Maalouf / Les Identites Meurtrieres