Bugün Şii veya Sünni hiç kimse, meseleyi siyasi açıdan algılayıp tahlil etmez, edemez. Kerbelâ günü, âdeta bütün insânî ve İslami hasletlerin, insan sıfatıyla anılmayı haketmeyen kaatiller tarafından boğulup sindirildiği kozmik bir felâkettir âdetâ.
Hazreti Hüseyin, o gün, 20 sene önce babası Ali bin Ebu Talib’e siyasi makarr olarak kucak açan ve Hazreti Ali taraftarlığı ile şöhret kazanan Kûfelilerin hilâfet davetine icabet için yola çıkmıştı. Hz. Hüseyin’in bu destek va’dine, olduğundan daha fazla ciddiyet atfederek yola çıktığını söylüyor tarihçiler. Gerisini biliyoruz; Kûfeliler Yezid güçleri tarafından kolayca sindirildi ve Hz. Hüseyin’e geri dönmesi için aracılar gönderildi fakat Hz. Hüseyin’in bu kritik noktada siyasi beklentiyi bir kenara bırakarak kahramanca bir tavır benimsediğini biliyoruz: “Âkıbet ne olursa olsun, yola devam!”
Âkıbet şehâdet oldu ve Emevî melikleri, o gün itibarıyla kazandıkları küçük çatışmanın cezasını hâlâ tel’in edilerek ödüyorlar.
Hz. Hüseyin aracı ve ricacıları dinleyip Medine’ye dönmüş olsa bile çok daha önce ayrışmaya başlamış bulunan siyasî birlik sağlanmış olmayacaktı şüphesiz. Hz. Osman’ın şehid edilmesini müteakiben kaatillerin kanını Hazreti Ali’den sual etmeye başlayan Emevî partisi, siyasi birliği fiilen sona erdirmişti. Sıffîn çatışmasında siyasi ihtilâf zirveye çıktı ve o günler itibarıyla siyasi mahiyet gösteren kutuplaşma, inançta ihtilaf noktasına doğru seyreden bir mezhebî gerilime dönüştü. O günlerin yüksek tansiyonu içinde hadisenin bileşenlerini (siyasi, dini, kabilevi, fıkhî) birbirinden tefrik ederek tahlil edebilme imkanı belki de ebediyyen kayboldu. Kerbelâ faciası, işte bu gerilimli iktidar bölüşme mücadelesinin tepe noktasına vardığı ve adeta donup kaldığı ânı gösteriyor. Kur’an ahkâmını ve Efendimiz’in sünnetini şüphesiz sonraki kuşaklardan daha iyi ve derin bir nitelikle kavrayan Müslümanlar, bildikleriyle seçtikleri, olanla olması gereken arasındaki hayat çelişkilerinde genellikle kolayı seçtiler: oysaki din, bu noktada insanlardan kahramanlık ister; (aynen Hz. Hüseyin’in tavrı gibi) siyasi mülahazalar hep önde kaldı, ailevi ve kabilevi dayanışma duyguları İslâm kardeşliğine galebe etti. İnsanlar siyasi tercihlerini akide haline getirmekte beis görmediler. Siyasi kanaate “Din” mertebesi bahşedilince, herhangi bir yanlış tutumu düzeltmek mümkün olmayacağı gibi yanlışın sonraki kuşaklara aktarılması da en tabii yol gibi göründü. Siyasi partiler birbirlerini bozguncu, bagy, ehl-i nifak ve şikak gibi kelimelerle itham ederken “mecburen” dinin terimlerine kullanıyorlardı; bu kargaşada kaybeden din, daha doğrusu İslam kardeşliği ve birliği fikri oldu. İktidarın hanedanlar arasında devir teslimi ve buna mukabil iktidardan uzak kalanların ululemre itaat etmesi doktrini böyle bir mecburiyetten doğdu.
Her Muharrem’in onunda İslâm’ın âkıl adamları bir araya gelip, “Biz bu hale nasıl geldik?” diye münâzara etseler ne iyi olur diye geçiyor içimden; mümkün olmadığını biliyorum ama. İslâm menşeli inançlar tarihinin de kendine mahsus bir konformizmi vardır kimse bugüne kadar doğru, hatta nass derecesinde muhkem saydığı esasların tartışılmasına rıza göstermez.
Din, siyaset de dahil hayatın bütün alanlarını kaplar; eyvallah lakin siyasetin itinasız bir şekilde dinin sâyesi altına konulmasına da itirazımız olsun. Bir düşününüz, kendi mâbeynimizde bile derdimizi konuşamaz haldeyiz.
(Zaman gazetesinden alınmıştır)