28 Şubat davasının 31. duruşması dün Ankara 13.Ağır Ceza mahkemesinde tamamlandı ve mahkeme ara kararında tutuklu olan 15 sanığın Adli Kontrol şartıyla tahliyelerine karar verdi. Böylece 28 Şubat davasında tutuklu sanık sayısı 5'e düştü.


Her ne kadar mahkeme başkanı Teyyar Köksal söz konusu tahliyenin bir beraat anlamına gelmediğini belirten bir cümle kullandıysa da bu karar Müştekilerin soğuk düş almalarını engelleyemedi. Tahliye kararı; Balyoz ve diğer davalarda yaşanan tartışmaların 28 Şubat davasında da olası tartışmaları engellemek için mi yoksa gerçekten mahkeme, kararını, sanıkların durumuna bakıp bir kanaate vardıktan sonra mı verdi, kestirmek çok zor. Bekleyip göreceğiz.


Lakin 28 Şubat davasının bir Müştekisi olarak bir an önce mahkemenin Müdahilliklerle ilgili kararını vermesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biz Müştekiler ne soru sorabiliyor ve ne de itiraz edebiliyoruz. Ayrıca yaşadığımız belirsizlikte hepimizin moralini bozuyor.


Başbakan Erdoğan'ın 28 Şubat süreciyle ilgili, “Bir Liderin Doğuşu” adlı kitapta yer verilen konuşmasını okudum ve bana çok ilginç gelen bölümleri de sizlerle paylaşmak istedim. Başbakan Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıyken, İstanbul Büyükşehir Belediyesinde düzenlenen “Demokrasi Sempozyumun”da 28 Şubat'la ilgili ilk değerlendirmesini yapmakta ve adeta yaşadığımız bugünlerde olacaklarının da haberini vermektedir.


Erdoğan 13 Aralık 1997 tarihinde düzenlenen Sempozyumda “karanlığa küfür edeceğine bir mum yak” diye söze başlar, uzun olan konuşmasında özetle 28 Şubat Postmodern darbesiyle ilgili şunları söyler.


“Eğer anayasa toplum tarafından üretilip devlete deklare edilen bir çerçeve olmazsa, demokrasi bütün cazibesini kaybeder ve sadece 'seçime' indirgenmiş olur. Bu durumda da seçimle işbaşına gelmiş olan bir hükümetin anti demokratik yollarla görevden uzaklaştırılmasını engelleyen hiçbir mekanizma var olamaz ve toplum, hak ve hürriyetlere sahip çıkma konusunda tüm gücünü kaybeder.


Ayrıca toplum içerisinde iktidarı elde etmek üzere antidemokratik metodlarla heveslenenlerin çıkması hep böyle zamanlarda söz konusu olur. Kuşkusuz bu kesinlikle arzulanması gereken bir durum değildir ve bundan da sadece o toplumun kendisi zarar görür.


Oysa Anayasa'nın teşekkülü toplum içerisindeki serbest tartışmaların sonunda varılan konsesusla olursa, hem hukuku anlamlı kılacak demokratik çerçeve, hem de demokrasiyi koruyacak bir 'üstün hukuk' mantığına kavuşabilir.


Böylece, iktidarın şiddet kullanılmadan seçim yoluyla değişmesi ve seçimlerin sonuçlarına herkesin kayıtsız şartsız razı olması, kaçınılmaz bir ahlaki ödev olur. Ayrıca bu ahlaki ödeve uymak konusunda millete hiçbir meşakkat yüklenmemiş olacaktır. İktidar seçim yoluyla değişirken, iktidara gelen parti yüzde kaç alırsa alsın, temel hak ve hürriyetlere dokunamaz. Çünkü temel hak ve hürriyetler hiçbir oylamaya tabi değildir. Hukukun garantisi altındadır.


Ülkemizde demokrasinin yanlış anlaşılmasının sebeplerinden biri de 'vatan sevgisi' ile 'demokratik taleplerin' birbirine zıt şeylermiş gibi sunulmasıdır. Kuşkusuz böyle bir zıtlık iddiasında bulunanlar, gerçekte ne vatan sevgisi ile ne de demokratik hak ve hürriyetlerin lezzetiyle barışık değillerdir. Çünkü milletle barışık değillerdir.


Millet ve milletin kayıtsız şartsız egemenlik hakkı ile barışık olanlar, vatan sevgisiyle demokratik hak ve hürriyetler arasında bir 'zıtlık' değil tam tersine bir 'örtüşme' olduğunu görürler. Ama bu incelikleri göremeyenler, demokrasiden bahsedenleri takiyye yapmakla suçlayarak başka amaçların takipçisi gibi göstermeye çalışmaktadırlar.


Bu meselede tavrımı açıkça ortaya koyuyorum ve diyorum ki; demokratik ideallerin ve mekanizmaların, demokratik olmayan amaçlara ulaşmak için kullanılması hem ahlaki açıdan yanlıştır, hem de sahicilik iddiasında olan bir siyasi tavır için imkansızdır. Biz ahlaki bir temele dayanan ve sahici olan bir siyaseti takip ediyoruz.


Demokrasimizi korumanın ve geliştirmenin ahlaki bir ödev olduğuna inanıyoruz ve son nefesimizi verinceye kadar bu ödevin öğrencisi olacağımızı söylüyoruz. Demokrasimize dışarıdan yapılan müdahaleleri, her şeyden önce ahlaki bulmuyoruz.


Dışarıdan yapılan müdahaleler sürdüğü müddetçe, demokratik siyasi hayat gerçek bir olugunluğa kavuşamayacaktır.


Demokrasimiz gerçek bir derinliğe ve olgunluğa kavuşmadığı sürece etkin ve akılcı bir yönetme gücüne kavuşamayacaktır ve 'yönetemeyen demokrasi' olarak kalacaktır.


Toplumda sürekli artan kutuplaşmalar, ve kamplaşmalar bunun bariz örneğidir. Bütün bunların sebebi de demokratik hayatımıza dışarıdan yapılan müdahalelerdir. Demokrasimizin zaaflarla dolu olması, ülkemizdeki 'kanun devleti' uygulamalarının olumsuzluklarının giderilmesini ve gerçek bir hukuk devletine ulaşılmasını da engellemektedir.


Yargının bu kadar tarışılır hale gelmesi bunun sonucudur ve bu durum hem son derece kaygı vericidir hem de çok üzücüdür. Çünkü gerçek bir demokrasi için, hukuk devleti elzemdir.


Fakat son zamanlarda, Cumhuriyet kavramını bahane ederek demokrasiyi sınırlandırmaya, Cumhuriyeti koruma bahanesiyle demokrasiyi kesintiye uğratmaya çalışanları görmekteyiz.


Buna kesinlikle göz yummamalıyız. Eğer buna göz yummarsak, sözde 'kanun hakimiyeti' adına 'hukuk devleti'nin zedelenmesine davetiye çıkarmış oluruz. Hiçbir kamu yararı, kesinlikle temel hak ve hürriyetlerden üstün olamaz. Hiçbir kanun, hukukun üstünlüğünü zedeleyemez.


Cumhuriyet, ancak demokrasi ile gerçek anlamına kavuşur. Kanunlar da ancak hukuk devletinin şemsiyesi altında adaleti sağlar ve millete hizmet eder. Demokrasinin olmadığı yerde Cumhuriyet, hukuk devletinin olmadığı yerde kanunlar, insan haklarının olmadığı yerde kamu yararı olamaz. Bu durum, millete hizmet eden meşru bir devletin değil, olsa olsa milleti ezen gayrimeşru bir devletin ifadesi olur.


Bu anlamda 'demokratik hukuk devleti' kavramını göz bebebiğimiz gibi korumalıyız ve bunu zedeleyen hareketlerin ve siyasi yapıların karşısında olmalıyız. Aksi takdirde demokrasimiz, 'yönetemeyen demokrasi' olmaktan kurtulup yöneten bir demokrasi haline gelemez ve bundanda ülkemiz zarar görür.


Geçici olumsuzluklara bakarak, umutsuzluklara kapılmamanızı temenni ediyorum. Bu ülkede bizler çok zor günler geçirdik. Ama, hepsinin ardından güzel günler geldi.


Aslolan karanlık değil, ışıktır.


Ve insanoğlunun özgürlük aşkı, öyle karşısında herhanhi bir şeyin kolay kolay direnemeyeceği kadar büyük bir aşktır.


Bu aşk, el ele verme sabrını ve gerçek bir demokratik hukuk devletini hep beraber ve 'hepimiz için' kurma gücünü verecektir.


Umarım, başka toplantılarda da el ele vererek gücümüze güç katarız ve ülkemizde demokrasimizi sarsılmaz bir özgürlük kalesi olarak inşa ederiz.”der Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.


Tabii bu arada bende 28 Şubat mağduru olarak şunu söylemek isterim. 28 Şubat kanunu çerçevesinde yapılan değişilikten dolayı müracaat ettiğimde bürokratların mağduriyet ayrımını yaptıklarını gördüğümü de üzülerek belirtmek isterim. Bu anlamda din, dil, etnik aidiyet ve siyasal düşünce ayrımı yapılmaksızın 28 Şubat sürecinde mağdur olan herkes için hukukun ve adaletin önünde eşitlik ilkesinin ve masumiyet karinesinin uygulanmasını umuyorum.


Ve bu konuyu da Sayın Başbakan'ın dikkatine sunuyorum...