Yıllar önce Ankara Kızılcahamam'da, yazı işlerimizle mutat bir beyin fırt ınası toplantısı yapıyoruz. Her defasında olduğu gibi bu sefer de toplantının kısa bir bölümüne dönemin önemli bir siyasî figürünü davet ettik.

İstiyoruz ki yaşanan hadiseleri bir de içeriden dinleyelim. Nedendir bilinmez; konuğumuz mevzuu camiaya getirdi ve orantısız, hatta anlamsız eleştiriler yöneltmeye başladı. Ne yeri doğruydu, ne zamanı; üstelik anlattığı şeylerin, gazetenin yazı işleri ile hiç mi hiç alakası yoktu. Ancak misafire hürmet de boynumuzun borcuydu. Sustuk dinledik. Bazı heyecanlı arkadaşlar meseleye müdahil olmak istedi; oturumu yöneten kişi onlara müsaade etmedi. Çünkü konuyla ilgisi olmayan kişilere yapılan kırıcı eleştiriler nasıl köprüdeki taşları tek tek yerinden sökebilirse, ona aynıyla ya da misliyle cevap vermek de o kadar tahribata sebebiyet verecekti. Katlandık...

Önemli konuğumuz, sabrımız karşısında şaşırmış olacak ki bir ara kendini, "E cevap vermeyecek misiniz?" demek zorunda hissetti. Verilecek cevap yoktu. Gerek de yoktu. Muzip bir gülücükle, "Yoksa kırıldınız mı?" dedi. Belli ki bu tatsız atmosferden o da rahatsız olmuştu. Belki de havayı yumuşatmak için bizi zorluyor, ne düşündüğümüzü öğrenmek istiyordu. O ısrar karşısında, "Bizim dostluğumuzun kıymeti, kaybedilince anlaşılır." demek zorunda kaldım. Hayretle yüzüme baktı. "Çok ağır oldu." dedi. Bu sefer de biz üzülmüştük. Ancak gerçek tam da bu cümlede gizliydi...

Aslında hayatın kendisi, sahip olma ile kaybetme arasında çizilen bir çizgiden ibaret değil mi? Gençlik elden gitmeden o dopdolu günlerin değerini bilmek kolay olmuyor. Sağlığımızı kaybetmeden vücudumuzun muazzam bir sistem içinde saat gibi nasıl işlediğini fark edemiyoruz. Medyatik şöhretin göbeğinde her dem gündem olan kişiler, kalabalıklar arasında geçen her günün sonunda biraz daha yalnızlaştığını çoğu kez anlayamıyor. Hülasatü'l hülasa: Ölüm gelip kapımızı çalmadan hayatın her bir saniyesi itibarıyla ne kadar büyük bir emanet olduğunu anlayamıyoruz çoğu kez.

DÜŞÜNCE TEMBELLİĞİ YAŞIYORUZ

Samsun'da yaşanan selin geride bıraktıklarına bakar mısınız? Dere yatağına yapılan TOKİ evleri üzerine söylenmedik söz kalmadı nerdeyse. 12 kişi hayatını kaybettikten, geride onca gözyaşı bıraktıktan sonra bu konuşulanların pek de anlamı kalmıyor. Dahası açıklama yapmak isterken kırıp dökmelerin yaşanması... Ortada bir felaket varsa önce ve mutlaka o acı paylaşılmalı. Ardından yapılacak teknik açıklamalar hem makul bir çerçeveye oturtulmalı hem de kamu vicdanı tarafından kabul edilebilir bir izaha sahip olmalı. Samsun'da yaşanan selden sonra insanların kafasını kurcalayan bir soru var: İstanbul başta olmak üzere pek çok yerleşim merkezinde insanlar dere yatağı üzerine kurulu evlerde yaşıyor. Vaktiyle bu mesele yine medyatik gündem olmuş ve boşaltılacak mekânlardan bahsedilmişti. Felaket sonrası söylenen onca şeyden sonra verilen sözler gerçekten de yerine getiriliyor mu?

Sadece sel mi? Deprem meselesi de öyle. Yer sarsıldığında insanların yüreği ağzına geliyor ve çözüm paketleri art arda açıklanıyor. 'Kentsel dönüşüm' üzerine TV ekranlarında sarf edilen lafları toplasanız koca bir ansiklopedi eder. Nerede o muhteşem 'dönüşüm'? Sadece İstanbul'da 981 kişinin hayatını kaybettiği Körfez Depremi'nin üzerinden 13 yıl geçti; hâlâ aynı riskle iç içe bu muhteşem şehirde yaşayanlar. İyi niyetli gayretlerin önünde o kadar çok engel var ki! Hane sahiplerinin kendi aralarındaki kavgadan tutun, kamu kuruluşları ile yaşadıkları rant paylaşımındaki uzlaşmasızlığa kadar, pek çok faktör var adım atılamayışında. Ne zaman bu hayati konuyu bir daha konuşacağız? Maazallah yeni bir deprem onca canı alıp götürdüğünde mi?

Aslında değerin kaybedince anlaşılması her alanda kendini gösteriyor. Mesela Meclis'in tatile gireceği gün yumruklar eşliğinde bir yasa çıkarılıyor. Büyük bir gizlilik içinde yürütülen bir çalışma sonucunda Özel Yetkili Mahkemeler kaldırılıyor; yerine ne konduğu belli değil. Hukuk, bir belirsizlik sürecinin içine atılıyor. Yasaya destek vereceğini söyleyenler de yüksek sesle itirazlar yöneltiyor şimdi. Geriye dönüp bakıyorsunuz ve soruyorsunuz: Hiç kimse yeni durumdan memnun olmadığına göre bu değişiklikler neden yapıldı? Makul bir cevabı olmadığı gibi ortaya bir sürü kuşku, bir yığın soru işareti atılıyor.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Maalesef bazı konularda karar alınırken meseleye kuşatıcı bir nazarla bakılmıyor. Devlet yalnız değil bu yanlışlar zincirinde. Mesela iç dinamizmiyle takdiri hak eden iş dünyamız bile planlamaya gelince, kimi zaman, sınıfta kalıyor. Planlama safhası zor geliyor insanımıza. Teorik konuları öteden beri sevmiyor insanımız. Aydınlarımız da öyle. Günlük yaşamanın getirdiği telaşlı değişkenlik içinde günlük düşünüyor, günlük yorumlar yapıyor. Oysa bazı meselelerin çok daha kapsayıcı ve derinlikli ele alınması gerekiyor. Düşünce tembelliği yaşıyor ülkemiz. Ezberler saflara göre değişiyor. Alınganlık da işin içine girdi mi zirvedekiler tefekkür dağının eteklerinde oksijensiz kalıveriyor. Tabii olan ülkemize oluyor; daha doğrusu gelecek nesillere...

Samsun'da yaşanan sel felaketinden çıkarılacak çok ders var kuşkusuz. Ancak o dersi "Hazır fırsat bulmuşken şunları bir dövelim!" mantığı ile yürütenler de hayra kullanmıyor. Çünkü objektif ve insaflı görünmüyorlar. Tabii ki herkes eleştiri hakkını (insaf çizgisini aşmadan) kullanmalı ve muhatapları da söylenenleri ciddiye almalı. Ancak tecrübeyle sabittir ki bu tür durumlarda aslolan, ilgili birimlerin kendi muhasebesini yapıp eleştirilerden ders çıkararak yeni bir planlama yapmasıdır. Bu gerçekleştirilebilir mi? Maalesef bir çırpıda bu soruya 'evet' denemiyor.

Her alanda, sadece siyasette değil, yöneticilerin tuhaf bir alışkanlığı var bu ülkede. Hiç kimse yanlış yapma ihtimalini kabul etmiyor; etmek istemiyor. Daha kötüsü, hatasızlık bir inanca dönüşüyor. Hatta hadiselerdeki ölçü, verilen desteğe göre ayarlanıyor. Her yapılan doğru olabilir mi? Böyle bir şey mümkün mü? Yani insanoğlu hiç hata yapmaz mı?

Her alanda ve her seviyedeki yöneticinin en büyük hatası kendini hatasız kabul etmesidir. Ve maalesef hatasızlık duygusu bizde uzun yıllar boyunca tevarüs edilen ciddi bir yönetim alışkanlığıdır. Hata da yapılır, özür de dilenir. Bile bile yapılmasa da bazen hata, uygulama esnasında ortaya çıkar; bazen de ta başta planlama hatası yapılmış olabilir.

"Benim yaptığım her şey doğrudur!" diyen bir yönetici sürekli destek beklediği için bazen dostlarını da incitir. Oysa doğru yönetimin en temel ilkesi yapıcı eleştirileri dinlemek ve onlardan çıkarılacak dersler sayesinde geleceği planlamaktır. Bakalım pek çok konuda takdire şayan görülen TOKİ, bu başarıyı elde edecek mi? Aksi istikamet gereksiz bir alınganlığı ortaya çıkardığı gibi yanlışların devamını da işaretliyor...

Futbolun tadı kaçtı. Koca koca adamlar bile bir nevi cinnet geçirdi futbol tartışmaları sırasında. Şike davası işin tuzu biberi oldu. Fanatizm tavan yaptı, gözler görmez kulaklar duymaz oldu. Bu feci duruma rağmen futbolda tatil bitiyor. Transferler, hazırlık maçları... Yine de sezonun açılmasına vakit varken, spor basını bir aynaya bakabilse. Bakanlık belki buna önayak olabilir. Bugünkü cinnette en büyük pay medyaya ait çünkü. Spor kültürünün gelişmesine katkı sağlayacağına fanatizmi körükleyen medyanın artık yeni bir dil ve üslup oluşturması şart. Yoksa her sene daha da kötüleşecek futbol ve memleket tımarhaneye dönecek. Yazık değil mi?

Şike davasında mahkeme nihayet karar verdi. Sanıklardan bir kısmı, aralarında Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım da olmak üzere, ceza aldı. Tahliye olan sanıklar temyiz haklarını kullanacak. Ne var ki birileri ısrarla camia düşmanlığı yapmaya, amansız bir gayretle devam ediyor. Yıldırım'ın ağzından laflar aktarılıyor. Sonra FB Başkanı tarafından tekzip yiyorlar. Bin kere söylendi: Camiaya gönül verenlere herhangi bir kulübün anahtarlarını teslim etseniz dönüp bakmaz. Hâşâ kibrinden değil. Her takımdan seveni olan ve topluma hizmet etmeye kilitlenen bir camia, bir kulübü ele geçirip ne yapsın? Akıl dışı iddialarla popülaritesini korumak isteyenlerin maksadı farklı olsa gerek...

"Beşiktaş, Avrupa kupalarından men edilecek" dendiğinde doğrusu çok inandırıcı bulunmadı. Daha doğrusu Beşiktaş gibi Türkiye'nin en eski ve köklü bir kulübünün böyle bir duruma düşebileceğine hiç kimse ihtimal vermedi. Maalesef Karakartal'a Avrupa'dan men cezası geldi. Üstelik suçlama evrakta sahtecilik. Utanç verici bir durum. CAS'a itiraz edildi. Ne yazık ki ceza orada da onandı. Evrakta sahtecilik yapıldığında görev başında olmayan bugünkü yönetim, ceza kesinleştiğine göre, artık her şeyi açık açık konuşmalı ve Beşiktaş'ı bu hallere düşürenler, tek tek hesap vermeli.

(Zaman gazetesinden alınmıştır)