Bir süredir polisin aman vermeyen takibi altındayım. Devamlı dinliyorlar, izliyorlar. Tek kelimeyi onlar duymadan edemiyorum; internette tek lafı bile ilk önce onlar görmeden yazamıyorum. İstanbul benim için Kafka’nın şatosunu bile aratacak çıkışı olmayan bir dehlize dönüşmüş durumda.

Bu işler başlamadan önce de zaten ruh sağlığım fazla iyi değildi, ama bu takipten ve gözetimde olmaktan dolayı iyice delirmeye başladım, bunu hissediyorum. Ben sadece sıradan bir Türk vatandaşıyım; insanların bana sahip çıkmasına ve beni korumasına neden olabilecek başka hiçbir kimliğim yok.

(Bazen “Keşke Kürt veya dindar bir insan olsaydım da o zaman başka insanlar bana gönül rahatlığıyla sahip çıksalardı ve beni korusalardı” diye düşünüyorum, ama dediğim gibi sadece Türk’üm, bu koruma desteği bana katiyen verilmez.)

Polisin üzerimde kurduğu baskıya dur diyebilmek için artık her şeyi yapmaya hazırım. İtirafçı bile olurum ve istedikleri her konuda itiraflarda bulunabilirim. Konuyu onlar söylesinler, ben onlara uyar ve itiraf ederim. Yeter ki üzerimdeki korkunç baskıyı kaldırsınlar ve hayatımı özgürce yaşamama izin versinler.

Ne olup bittiğini anlatayım da siz de içinde bulunduğum korkunç durumu görün. İlk önce her şey basit gibi görülebilecek bir olayla başladı.

SIKILMAYIN, İLGİNÇ BÖLÜM BAŞLADI:

Aylar önce internette seksüel içerikli bir siteye girdim. Açıkça söyleyeyim, gördüklerim enteresandı. Bu siteyi çok kullananlar listeme ekledim ve her gün çalışmam sona erince bu siteye daima göz attım. SAPIK GİBİ GÜLÜMSÜYORDUM: Sonra bir gün tekrar bilgisayarımın başına, çıplak vücudunun üstüne giydiği pardösüsünü kadınların çoğunlukta olduğu bir mekânda onlara dönerek açmaya hazırlanan sapıkınkine benzeyen bir gülümsemeyle oturdum. Siteyi açmaya çalıştım. Karşıma ne çıktı dersiniz? Bu siteye erişim mahkeme kararıyla ertelenmiş.

HEMEN PANİKLEMEDİM:

Bir şeyler döndüğü konusunda endişelendim ama henüz paniklememiştim. Çünkü o site birçok Türk’ün hoşlanabileceği türde bir siteydi ve yasaklanmasının nedeni sadece ben olmayabilirdim. Şimdi bu tür konularda tamamen masum bir anlamazlık içinde de değilim tabii ki. Yasaklama kararının seksüel içerikli sitelerde kadınlara karşı ayrımcılık yapıldığı veya sadece gayri ahlaki bulunduğu gerekçesiyle olabileceğini gayet tabii ki anlıyor ve biliyorum. O tür şeyleri insanlara yasaklatanların da aynı sitelere gizlice girdiklerine emin olmam, bu konularda gerçekçi düşünmemi engellemez.

HERKES HOŞLANIYORSA:

Dedim ya o sitedeki tercihler sadece bana özgü olmayabilirdi. Zaten ben o siteyi fazla hoşlanarak, heyecanlanarak izlememiştim. Sadece bu gerçek bile o sitenin benim zevklerime uygun olmadığının ve benden başka çok sayıda insanın da ona baktığının deliliydi. Yani yasaklanmasının nedeni sadece ben olmayabilirdim. Polis, toplumun ahlakını düşünüyor olabilirdi.

AHLAK ANLAYIŞIM:

Ben kişinin ahlaklı yaşayabilmesi için kendisini toplum ahlakından kurtarması gerektiğine inanırım. Bu yüzden seksüel tercihim de genelde geçerli olan tercihlerden uzak, kendisine özgü bir şeydir. Bu yüzden en sonunda sadece benim hoşlanarak bakacağıma inandığım siteler de birbiri ardına mahkeme kararıyla yasaklandı. Hepsi de ben onlara bakmayı alışkanlık haline getirdikten bir süre sonra yasaklanıyordu. Bu da benim takibat altında olduğumun en net kanıtıydı. Bunu gördükten sonra korkularım ve paranoyalarım başladı. Polisin takibatından kurtulmak için itirafçı bile olmaya karar verdim.

YAZI İŞLERİ KIYMETİMİ BİLSİN:

“Sen ne tür sitelere bakıyordun ki?” diye soracak olursanız burada bunu detayıyla anlatmayacağım. Yazı işlerini, beni arattırıp da yazımı değiştirmek isteme yorgunluğundan baştan kurtarayım dedim, o yüzden bunu açıkça anlatmaya girişmiyorum.

NIETZSCHE:

Sadece şunu söylemeliyim, Nietzsche de kendisini güzel bir kadına kırbaçlattırmaktan hoşlanırdı. Benim baktığım sitelerde yaşı küçük insanlar gayet tabii ki yok. Kadına şiddet de gayet tabii ki yok, hatta aksi var, erkeğe şiddet uygulanıyor kadınlar tarafından. “Kadına şiddetin yoğun yaşandığı ülkemizde bu tür siteleri erkeklere çok seyrettirsek, belki kadına karşı bu tavırlarından kalıcı olarak vazgeçmelerini sağlarız” diye de düşünüyorum. Ben tam bu siteleri toplumsal yararı açısından teklif etmeye hazırlanırken bir de baktım, mahkeme kararlarıyla hepsi yasaklanmış ve tabii ki fikrimden vazgeçtim. Şimdi “Sana ne oldu?” diye soracaksınız; hayatım daha az renkli geçiyor, kimseye zararı olmayan takıntım bana yasaklandı. İnşallah bu polisiye tedbir Türkiye’nin daha fazla ahlaki olmasına yardımcı oluyordur. Eğer böyle bir gelişme gerçekten varsa, ben de bu keyfimden vatanım için gönül rahatlığıyla vazgeçerim tabii ki.

12 EYLÜL:

Aslında köşenin ana yazısını 12 Eylül yapacaktım, ama bu havada bir cumartesi günü bunu ana yazı olarak okumak tahammül sınırlarını zorlayacağından hemen vazgeçtim ve gördüğünüz yazıyı başa çektim.

TARKOVSKİ:

Eğer ciddiyet krizim sürseydi de ciddi konuyu başa çekseydim size Tarkovski’nin bir gün yaptığını anlatmam gerekecekti. Tarkovski yine olağanüstü yavaş gelişen ve en hareketli sahneleri bile fotoğraf karesi gibi hareketsizmiş gibi görünen filmlerinden bir tanesini yapmış.

Dönemin Komünist Parti’sinin görevlisi filmi izledikten sonra “Acaba filmin başını biraz daha hareketli yapabilir misiniz?” demiş. “Bunu seyirciyi tutmak için söylüyorum” diye eklemiş. Tarkovski de “Ama ben seyirciyi tutmak istemiyorum. Filmin açılışını son derece sıkıcı yapıyorum ki o sinema salonuna yanlışlıkla gelen seyirciye ana konu başlamadan salonu terk etme imkânını, zamanını tanıyorum” demiş.

Bunu anlattıktan sonra tatil gününde bu sıkıcı yazıyı yazdım, ama girişi uzun tutacağım ve asıl fikre gelinceye kadar herkesin okumayı yarıda kesmesi için fırsat, zaman yarattım da diyecektim.

Şimdi asıl fikre gelelim; eğer buraya kadar benimleyseniz biraz daha sabredin lütfen. “Battı balık yan gider” deyin olsun bitsin.

Ben 12 Eylül zamanını devamlı düşünürüm ve bir konuya makul cevap bulamıyorum. O zamanlar evim Ankara’da Cinnah ile Farabi köşesindeydi. Darbe sabahı balkona çıktığımda yolu kesen askerleri gördüm ve bir sahneyi katiyen aklımdan silemiyorum. Durdurulan bir kadın şoför, “Neden durdurdunuz, ne oldu?” diye sordu. “Darbe oldu” cevabını alınca “Yaşasın, Allah razı olsun sizlerden” diye bağırdı. Utanmasaydı arabadan çıkıp askerin boynuna da sarılacaktı.

Şimdi biz acaba darbeyi mi yargılıyoruz, yoksa darbeden sonra insanlara yapılan vahşeti ve zulmü mü?

Bana ikincisini yapıyoruz gibi geldi ve bu da gerekiyor tabii ki, ama bu darbeyle hesaplaşmak anlamına gelmiyor. Biz sadece işkence ve cinayetin hesabını soruyoruz. Yani bu sadece rutin ceza hukukuna giren bir yargılama. Ama aslında bizim toplum olarak amacımız, darbeci zihniyetle hesaplaşmak ve darbelerin bir daha olmaması için ortam yaratmak.

Bu yüzden 12 Eylül mahkemesinin amaçlarını net koymalıyız. İşkenceci, insanlık suçu işlemiş kişilerle hesaplaşmak mahkemelerin görevi tabii ki, ama bunun darbeyle hesaplaşmaya yeteceği de şüpheli. Yani daha sonra hiç işkence yapılmamış olsaydı, darbecilerle hesaplaşılmayacak mıydı ki?

O gün yoldaki kadının gösterdiği tavır, darbeye karşı duyulan yaygın bir duyguydu. Sonraki tepki işkenceler ve vahşetten sonra oldu. Bu ikisini iyi ayırıp önceliklerimizi iyi saptamadığımız sürece hukuki süreç de karmaşıklaşacak ve belki sonunda biz darbeci zihniyetle hiç hesaplaşamamış olacağız.

 HaberTürk