Küçükken canımı sıkan bir olay yaşadığımda koşarak battaniyenin atına girer ve artık içerideki oksijen bitene kadar kafamı dışarı çıkarmazdım. İçeriye girdiğimde gözümü sımsıkı kapatırdım, battaniye yetmezdi beni gizlemeye. İçimden gelen sesleri susturmak için daha fazla karanlık gerekirdi, daha fazla…

Bazı akşamlar da, tam uyumak üzereyken, içeriden sesler geldiğinde “ya hırsız geldiyse” diye yine yorganın altına girip nefesimi bile kontrol etmeye çalışırdım. Ancak nefes alamayacak kadar sıkıştığımda yorganı hafifçe aralayıp içeriye bir iki nefeslik havanın girmesine müsaade ederdim.

Zaman geçtikçe müzikle uyumaya başlamıştım. Bu sayede hem içerden gelen sesleri daha az duyuyordum hem de içimden gelen sesleri… Ama sorsanız ben çok güçlüydüm. Dertlerimi kimseye anlatmadığım için bu yalana epey derinden inananlarla birlikte ben de kendimi kaptırmıştım.

Güçlüydüm çünkü acı çeksem de belli etmezdim.
Güçlüydüm çünkü kırılsam da sorun değil geçerdi.
Güçlüydüm çünkü kimseye ihtiyacım yoktu.
Güçlüydüm çünkü hayal kırıklığı dünyanın en büyük derdi değildi.

Ne çok güçlüydüm ben!

Peki, ben bu kadar güçlüyken neden çevremdekiler bana kırılacakmışım gibi muamele yapıyordu? Burada bir terslik vardı ama o tersliği anlamam çokça yıllarımı aldı: Çünkü zannettiğim kişi değildim. Olmadığım birisi gibi davrana davrana da kendimi kandırmayı başarmıştım ama çevremdekiler böyle olmadığımı çok iyi görüyorlardı.

Sonra çevreme baktığımda ne gördüm biliyor musunuz? Herkesin kendi aklının içinde başka bir “kendi” vardı. Kör nokta gibi düşünün. Sürekli çevremize baktığımız için artık birbirimizi çok iyi tanıyorduk ama kendimize bakmak bu kadar kolay değildi.

Ve neden psikoloji var, neden psikiyatri var?
İnsanın kendisi ile tanışabilmesi için.

Bununla yüzleşmek, yani aslında “kendimi en iyi ben tanırım” cümlesinin içini boşaltmak beni rahatlattı. O zaman yıllardır kendimle ne zor şartlarda yanımda getirdiğim kendimi psikolog koltuğunun yanına oturtabilirim, benim üzerimde ağırlık yapmasına gerek yok. O da kendi söyleyeceklerini söylesin bakalım, döksün içini. Benim dediklerimle çatışsın, “yok” desin “o iş öyle olmadı”. Ben ısrar edeyim, kızayım, çileden çıkayım, sinirleneyim, yetersiz hissedeyim, çaresiz kalayım ama onunla sonunda bir yüzleşeyim.

O zaman karar veririm hangisi olmak istediğime?

Acaba büyürken yarattığım kişi miyim yoksa büyürken bastırdığım kişi mi?

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere…