Nüfus konusu ile yirmi yıl kadar önce branşım icabı ilgilenmiş ve bu hususta yaptığım biri ki tercüme kardeş dergilerimizden birinde yayımlanmıştı.    


Ancak, kalkınma, büyüme ve süper güç olma gibi kavramlar dünyamdan uzaklaştıkça ve Allaha kul olma, Resulünün övüneceği bir nesil olma şuurundan uzak bir insan yetiştirme ortamında çoğalmanın bir değer ifade etmediğini biraz anladıktan sonra, bu hususlara pek kafa yormadığımı söylemeliyim.  Bununla birlikte, gerçeklerin gizli kalmasına, bilginin politikanın emrinde olmasına da suskun kalmamak gerektiğine inanıyor ve bu satırları yazıyorum. 


Bu ülkede, 1965 yılı baharında çıkartılan, bir ara dönem ürünü olan nüfus planlamasına dair kanun çıkmasından sonra neredeyse elli yıldır bütün resmi ağızlar nüfus artışının aleyhinde oldular ve aksi yönünde bir görüşe hemen hiç yer verilmedi.  Ancak, 1999 yılında üçlü koalisyon ülkede nüfusun yaşlandığını geç de olsa fark etti.  Yaşlısı çoğalmış, genç ve yetişkinleri az bir nüfus yapısında, sigorta sistemlerinin bütünüyle felç olmasını önlemek için emeklilik yaşını yükseltti.  Son birkaç yıldır da başbakan en az üç çocuk teşviki yapıyor.  Zira yaşlanan bir nüfusla kalkınmanın gerçekleşemeyeceği fark edildi.     


Oysa Batının lise ders kitaplarında bu konuya yer veriliyor.  Bizde bilim siyasetin emrinde olduğu için henüz eski ezberler tekrarlanıyor.    


Malthus gibi karamsar bazı teorisyenlerin aksine, nüfus artışı hususunda demografik geçiş modelini ortaya atan otoriteler dünya nüfusunun sonsuza dek artmayacağını, on ila on beş milyar arasındaki bir bantta sabitleneceğini öngörüyorlar. 


Sözü edilen geçiş modelinin son aşamalarını yaşayan ülkelerde hem doğumlar hem ölümler azdır.  (Türkiye bu döneme bölgelerinin çoğu itibari ile girmiştir.)  Hatta bazı ülkelerde doğumlar ölümlerden az olduğu için nüfusta negatif büyüme vardır.      


Ölümleri azaltan sebepler; birçok hastalığa; özellikle salgın hastalıklara çare bulunmuş olması, ulaşım ve haberleşmenin gelişmesi ve gıda üretiminin hem nicelik olarak artması hem de kalitesinin yükselmesi gibi sebeplerdir.    


Doğumları azaltan sebepler ise doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaşması, makinelerin ve robotların kullanımın yaygınlaşmasından dolayı insanın kol gücüne duyulan ihtiyacın azalması, gitgide artan maddi ihtiyaçlar, şehirleşme gibi faktörlerdir. 


Ama bu faktörlerden daha da önemlisi kadınların eski,
âdet gelenek inanç ve dünya görüşlerinden “kurtulmaları”dır (emancipation of women).  


Bunun içinde kadının okuması, çalışması sadece evde oturup çocuk dünyaya getiren ve büyüten kadın olma rolünden uzaklaşmasıdır.  Bir meslek edinmesi, kariyer yapması; bir üniversite veya araştırma kurumunda çalışması ve de moda deyimi ile “ekonomik özgürlüğünü elde etmesi” de buna dâhildir. 


Şimdi, bu veriler ışığında, haklı olarak ‘en az üç çocuk’ diyen başbakanın bu özleminin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine bakalım: 


Basit bir hesapla, oğlumuz / kızımız on sekiz yaşında lise bitiriyor.  Hazırlık okumadığını ve sınıfta kalmadığını varsayarsak üniversiteyi yirmi iki yaşında bitirecektir.  Hemen bir iş kurabildiğini düşünürsek yirmi üç veya yirmi dört yaşında evlenebileceğini kabul edebiliriz. 


Bir yıl okul aradıktan ve ALES’e girdikten sonra yüksek lisans ve doktora yaptığını da düşünürsek yaş yirmi sekiz olur.  Hemen iş bulduğunu ve ertesi yıl da evlendiğini varsayarsak evlilik yaşı yirmi dokuz olacaktır. 


“İdeal eş”i arayıp bulma, “akıl evliliği” yapma, armudun sapını, üzümün çöpünü bahane ederek arkadaştan, sevgiliden ayrılma ve nişan atma süreçlerini de katarsak evlilik yaşı otuzu çoktan geçecektir.  Bu sayılara, tıp gibi altı yıl lisansı olan mesleklerde iki yıl daha ilave edeceğimizi de unutmayalım.     


Bir de bu yaşa kadar özgür yaşamış, hele de başta zaman disiplinine dikkat etmemek olmak üzere ser
âser serbest bir hayat yaşamış iseler eşlerin birbirilerine ülfetleri, alışmaları da çok zor olmaktadır.  Bu da boşanmaları tetikleyen bir fenomen olarak karşımızda durmaktadır. 


Belki yukarıdaki paragraflarda sözü edilen sıkıntıların tedavisi mümkündür.  Ancak, kadına kadınlığı; erkeğe erkekliği öğreten, buna yönelik dersler okutan ve ilgili becerileri kazandırma gibi bir derdi olan bir terbiye sistemi de yoktur.  Fertler ne idiği belirsiz bir eşitlik masalı ile yetiştirilmektedir.  Ben-merkezicilik, hedonizm, günlük zevkleri tatmin geçerli değerlerdir.  Hele de, kadın erkek arasındaki ilişkileri yalnızca bu dünyadaki kısacık zamanın ölçüsüyle değerlendiren,
âhiret ve ebedî hayat inançlarından mahrum olan, bu ebedi arkadaşlığın hatırı için ufak tefek kusurları görmezden gelmeyi sağlayan bir inanç da yoksa eşlerde, birbirine alışmaları birbirlerine şefkat ve hürmet etmeleri imkânsız denecek kadar zorlaşır.    


Bir başka husus, makineleşmenin alabildiğine yayıldığı bir çağda; yani insanların bir kısmının çalışması ile onların tamamının ihtiyaçlarının karşılanabildiği bir asırda kadının çalışması, çocuğunu emanet bakıma vererek çalışmasının teşvik edildiği yerde… Evde çalışarak görülebilecek nice işe rağmen, dışarıda çalışmasının vazgeçilmez kabul edildiği yerde…  Bugünlerin değişmez güftesi İle kadın istihdamının, pozitif ayrımcılık gibi süslü kavramlarla artırılmaya çalışıldığı ortamda üç çocuğu ara ki bulasın.  Nitekim komşumuz İran’daki mollaların o kadar teşvikine rağmen ülkede nüfus yaşlanma trendine çoktan girmiştir.  Neden acaba?  Sebeplerden biri kadının her alanda çalışıyor olması değil midir? 


Bir de doktorların dile getirdiği 3 + 3 + 3 formülü; üç çocuktan fazla olmayacak, aralarında üçer yıl olacak ve de 33 yaşından sonra doğum olmayacak tavsiyesi var ki, bu hedefi bütünüyle imkânsız kılıyor.    


Demek istediğim, 1965’den beri ilk kez nüfus artışı lehinde söylemler duymamız sevinilesi bir husustur.  Ancak, nüfusun yaşlanması Avrupai hayat tarzının getirdiği bir problemdir.  Avrupalı olunarak, Avrupalı gibi yenilip içilip, harcanarak, çalışarak nüfus gençleşmez; üretim de artmaz, ülke ilk on büyük arasında giremez.