Hürrem'in bile bunalıma girdiği bir ülke olduk farkında mısınız? Hürrem'i canlandıran Meryem Uzerli'yi Türk tipi oyunculuk sistemi çarpmışa benziyor.

* Bir bebekten bir katil yaratmak!


İngiltere’de çok tanıdık bir tartışma yaşanıyor. Nasıl olur da İngiltere’de doğan, büyüyen, okullarında okuyan hatta Hıristiyan olarak hayatlarına başlayan iki genç din değiştirip, Müslüman olup, köktendinci bir militana dönüşüp Londra’nın ortasında mesleği trampetçi olan bir askeri öldürebiliyor? Daha doğrusunu yazayım, henüz sıra bunu tartışmaya gelmedi. “Gizli servisler neden bu iki genci yeterince takip etmedi, öldürülen genç asker kimdi, bu ikiliye karşı oluşan İngiliz faşistlerinin tepkilerini nasıl kontrol edeceğiz?” düzeyinde sıcak bir tartışma seyrediyor. Oysa asıl sorulması gereken tam da Rakel Dink’in sevgili Hrant Dink’in cenazesinde dile getirdiği bir sosyal gerçeklikte yatıyor. Rakel Dink Hrant’a adadığı konuşmasında; “Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim” diyordu. Bugün İngiltere’de ortaya çıkan manzaraya baktığımızda İngiliz okullarında okumuş, Harry Porter seven iki kişinin birkaç yıl içinde davasının ne olduğu tam da anlaşılamayan birer ektrimiste dönüştüğünü görüyoruz. Sahi o arada ne oldu? Bu insanların hayatındaki hangi boşluklar kimler tarafından böylesine vahşice dolduruldu? Bunu İngiltere’de son yıllarda çok tartışılan mülteci gerçeğinin karanlığında aramak gerekiyor. Aynalara bakmanın zor olduğu anlar bunlar… 

* Hürrem’in bile bunalıma girdiği bir ülke olduk farkında mısınız? İşin şakası bir yana Hürrem’i canlandıran Meryem Uzerli’yi Türk tipi oyunculuk sistemi çarpmışa benziyor. Geçen hafta oyuncular sendikası bir oyuncunun fazla mesai üzerine işi bırakması nedeniyle kazandıkları davayı medyada anlatmaya çabalıyorlardı. Pek çok oyuncu ekmek parası nedeniyle susuyor ancak haftada 100 dakikalık mini filmlerin çekildiği bir sistem sürdürülebilir bir durum değil. Hürrem bile sürdüremiyorsa vay haline gariban figüranın, ışıkçının, kameramanın… 

* Mesele alkollü içki satışlarının saat kaçta başlayıp kaçta biteceği meselesi değil ya da bir neslin gece-gündüz kafası kıyak dolaşıp dolaşmaması da değil. Asıl mesele alkollü içkilerle ilgili düzenlemelerin birer ‘yasak’ olarak algılanıyor olması. Tıpkı İstanbul’da şehrin orta yerine yapılacak kışlanın bir ‘emrivaki’ olarak algılanması gibi ya da kadınların kendi kararı olması gereken kürtaj tartışmasının bir ‘dayatma’ olarak algılanması gibi… Bu tür örnekler o kadar çok ve çoğalıyor ki say say bitmiyor. 

Bütün bu algıların birikimi sonrasında iki ayrı manzara ortaya çıkıyor. İlki içeride oluşan bu ‘baskıcı’ havanın hemen her yere nüfuz ettiğini görüyoruz. Mahkemelerden bürokrasiye, polisin sıradan vatandaşa müdahalesinden vergi memurunun sıradan bir işlemine kadar devletin bireyin üzerindeki baskısına dönüşüyor. Oluşan bu ‘algı’ya bir de görev addedilen bir işgüzarlık eklenince devlet bireyin üzerine abanıyor. Son zamanlarda 7’den 70’e herkesin biber gazını tatması da bunun sonucu, yüzlerce öğrencinin nedensiz yere aylarca cezaevine tıkılması da basın özgürlüğünün tek tek ve birbirinden apayrı davalarda rafa kaldırılıp bunca gazetecinin hapse atılması da… Yaratılan bu atmosfer, normal şartlarda kendilerinden hiç hazzetmeyen pek çok kşinin gözünde bile Sevan Nişanyan ile Fazıl Say’ı aynı anda mazlumlaştırabiliyor! 

Bu atmosferde oluşan ikinci manzara ise uluslararası algıda karşımıza çıkıyor. 

Evet belki dışarıdan bakıldığında Türkiye’nin ekonomisi iyi gözüküyor ancak inanın bireysel özgürlüklerinin böylesine engellendiği bir ülke imajı ekonominin yarattığı olumlu havanın üzerine kalın bir gölge olarak düşüyor. Türkiye’yi gücü olan ancak saygınlığı olmayan bir ülkeye dönüştürüyor. Kimi zaman bunu ‘eğlencesini yitiren bir ülke’ olarak tanımlıyorlar, kiminde ‘güvenilmez’ çoğunda ise ‘Bir 3. dünya ülkesi…’ 

İşte bu iki manzara anayasa değişikliği veya yargı paketleriyle düzelecek gibi de gözükmüyor. Basit bir sorunun cevabını vermenin zamanı geliyor. Gelecekte nasıl bir Türkiye’de yaşayacağız? Özgürlüklerin temel alındığı bir Türkiye mi, yasakların gölgesinde nefes almaya çalışan bir Türkiye mi?
Yasaklar, hapis cezaları, baskılar arttıkça düdüklü tencere demokrasimizin düdüğü bir kez daha acı acı ötüyor!

*) Türkiye’de bir Silikon Vadisi olur mu? Bir süredir bu soruyu yurtdışında yaşayan Türkiye’yi yakından takip eden teknoloji dünyasının önde gelen şirketlerinin yöneticileri ile tartışıyorum. Mesela şöyle Gebze’de güzel güzel binalar yapılsa, geniş imkânlar sunulsa gerçekten bir Silikon Vadisi’ne sahip olabilir miyiz? Ne yazık ki çok zor gözüküyor. Zira dünya teknolojisine yön veren Silikon Vadisi’nin temellerinde binalar değil özgür düşüncenin ve hür teşebbüsün desteklenmesi yatıyor. Hay Allah bakın döndük dolaştık yine geldik dayandık bizim demokrasinin düdüklü tencere meselesine!

(Radikal'den)