Hürriyet Gazetesi'nin dünkü birinci sayfasında bir Kenan Evren haberi vardı. 96 yaşına gelmiş, yaşlanmış, gözleri çökmüş Kenan Evren, doktorlara sitem ediyor ve 'bırakın da öleyim' diyordu.
12 Eylül davasında yargılanan Evren bu sözleri; mahkemenin 'duruşmalara katılması hayati risk ortaya çıkartır mı?' sorusu üzerine üniversite hastanesinde kontrolden geçerken söylüyor. Ama asıl ibretlik olan fotoğrafın kendisi. Korku ve endişeyle bakan gözler... Güçten, takattan kesilmiş, merhamete muhtaç bir ihtiyar...
Bir imkân olsaydı Kenan Evren'e bu fotoğrafı 1981 yılında gösterselerdi, ne hissederdi acaba. Kendisini böyle yaşlanmış, gözleri çökmüş, iktidardan düşmüş, savcıların hesap sorduğu bir halde görseydi... O zaman vicdanıyla daha çok hareket eder miydi? İsterseniz fotoğrafı biraz daha gerilere götürelim. Yani şartların olgunlaştırıldığı yıllara mesela... 1978 yılında Kenan Evren kendini bu halde görseydi, 'hesap günü'nün olduğunu hatırlar mıydı?
O dönem, iktidarın cennet psikolojisi içindeyken, bu ikbal günlerinin bir daha asla geçmeyeceğini, kıyamete kadar iktidarı ve gücü sürdüreceğini düşünürken, iki dudak arasında bütün bir ülkeyi yönetmenin dayanılmaz keyfini yaşarken, gücünün karşısında herkes el pençe dururken bu fotoğrafı Evren'e gösterselerdi kendine gelir miydi acaba?
Zamanın o sabırlı, o kararlı ve asla değiştirilmez yolu, her insanı olduğu gibi bir dönem gücün ve kudretin sembolü olan Kenan Paşa'yı da yolun sonuna getirmiş. Oysa her şey ne kadar güzeldi. Bu koca ülkeyi tam üç yıl iki dudağı arasından çıkan sözcüklerle yönetmişti. Kimlerin asılacağına, kimlerin yükseleceğine, hangi işadamlarının büyütüleceğinden tutun da hangi takımın birinci ligde oynayacağına hatta kimin kulüp başkanı olacağına kadar her şeye ama her şeye Kenan Paşa karar veriyordu. Herkes onunla iyi geçinmek zorundaydı. Kanuna, daha doğrusu hukuka ne gerek vardı! Kanun dediğiniz şey, iki dudağın istediği şekle zamanı gelince uydurulurdu!
Netekim bu fotoğraf, bu korkulu gözler de neyin nesi! Ne ölmesi, ne hesabı!
Evren'in bu durumu insana Bediüzzaman'ın şu sözlerini hatırlatıyor: "Bir zaman Eskişehir Hapishanesi'nin penceresinde oturmuştum. Karşısında bulunan lise mektebinin büyük kızlarını onun avlusunda raks ederken gördüm... Birden elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Onların gülmeleri elim ağlamalar suretini aldı. Ondan bu gelen hakikat inkişaf etti. Yani elli sene sonraki hallerini manevi ve hayali bir sinema ile gördüm ki; o gülen altmış kızdan ellisi, kabirde azap çekiyorlar, toprak olmuşlar. Ve on tanesi, yetmiş yaşında çirkinleşmiş, herkesin nazar-ı nefretini celbediyorlar. Ben de onlara ağladım.''
Keşke Kenan Evren'in de bir manevi sineması olsaydı ve bugünü görebilseydi. O zaman gücün elinde böylesine oyuncak olur muydu? Gücün ve iktidarın kendisini böylesine dağıtmasına müsaade eder miydi? Şartlar olgunlaşacak diye, genç-yaşlı binlerce insanımızın telef olmasına zemin hazırlar mıydı?
Kenan Evren'i yolun sonuna getiren zaman bize de çalışıyor. Her şey geçecek ve her şey bir gün bitecek. Hiçbir şey bizi vicdanımızdan ayrı düşürmesin, hesap zamanı öyle korkulu bakışlarla baktırmasın.
(Zaman gazetesinden alınmıştır)