Savaş şimşekleri gece miğferinde parladığında, kemik evlerden dökülen savaş terleri şehrin dişi toprağını sonsuzluğa kutsuyordu.
Bu, bir şehrin kapısı. Sonsuzluğa açılmış gri kanatlarıyla sizi selamlayan asil bir şehrin. Çoğu hayatın başladığı gibi bu da sisli bir Londra günü, bir sis ile açacak büyülü kapısını. Ne de olsa her şeyden önce sis vardı; şehrin kuytu köşelerinde, altında ve daha derinlerde…
Edebiyat tarihçisi George Sampson, “fırtınalarla azgınlaşan buzlu denizlerde geçen gecelerin karanlığı çökmüştür Eski İngiliz şiirinin üstüne” demiş. Hüzünlü bulutlar her zaman peşinde sürüklemez kasveti ve kederi. Kimine ilham kaynağı olur cama zikzag çizen yağmur damlaları, belki de çatıya düşerken çıkarttığı patırtı.
Her daim grinin tonlarını yaşayan ıslak şehrin üzerindeki utangaç güneş, ara sıra uzun saatler hüküm sürecekmiş gibi görünür. Yine de bu duruma aldanmamak gerektiği çok iyi bilinir. Aniden bastıran yağmur kümeleri bir anda her şeyi dramatize edercesine şehrin üzerine bir yasak aşk gibi çökebilir. Bulutların gerisinde kalan güneşin, bir sonraki hamlesi için ne zaman cesaretini toplayıp kendini göstereceği hiç belli olmaz. Kesin olan tek şey; cesaretini öyle kolay kolay toplayamıyor olmasıdır.
Şehir, Debussy’nin Clair De Lune’u gibi zarifçe kucaklar ziyaretçilerini. Vakit geldiğinde, Thames’in derinliklerinde yaşayan Feetjie’ler fısıldamaya başlar ziyaretçilerin kulağına. İster istemez kapılıp gidersiniz bu büyülü melodrama. Aniden hiç aklınızda yokken Hyde Park çağırır sizi Japon kiraz ağaçlarının altına. Ardından adımlarınızı Regent’s Park’a çevirirsiniz. Gitmeden önce Thames perileri size fısıldamıştı gül bahçelerinin hikâyesini, her bir gülün destanımsı kaderini.
Peri masalları bulaşıcıdır derler, tıpkı bu şehir gibi. Ayrılırken anlarsınız zamanın ne hızlı geçtiğini. Çöldeki kum fırtınası misali ruhunuza çarpmaya ve yaralamaya başlar ayrılık acısı. Kumlar önce kalbinizin üzerini örter ardından gözlerinizi ve tüm duyularınızı kapatır yasak şehirlere. Yeniden gelebilmenin ümidi, onlarca sorunun çengeline takılır.
Evrende var olan her şey gibi şehirlerin de kendine has karakteri ve ruhu var. Kimisi ince zevkleri olan mükemmeliyetçilere açar kapılarını, kimisi sağduyulu konformistlere, kimisine göre yaşam alanından çok damak zevkine önem veren mutfak severler girer içeri…
Kimi şehir de tıpkı Londra gibi zihninizi tazeler, ruhunuzdaki kırıkları iyileştirir. Şehri soludukça hayaletler, periler ve melekler zamanına bir geri dönüş başlar. Ragnarok başladığında, Skoll güneşi, Hati de ayı yutana kadar bu böyle sürüp gider.