Ben' demeden varlığının sesini duyamayanların dünyasından göçen Hak aşığı Hakk'ına kavuşmuştu.
Ama belediye logolu tabuta zapt edilmiş adının yazıldığı A4 kağıt belki de Neşet
Ertaş'la birlikte kim bilir kaç asrın üzerine ağır demir kapıları kapatıp sürgülediğimizin resmiydi?...
Ölçü ve edebin incecik işlediği hayatını 'cahil ömrüm' diye niteleyen büyük Ozan'ı uğurlarken bize acul kaba saba dünyamızın estetiğiyle yüzleşmek kalıyordu.
O Hakk'a yürüyor, bizse onun sazında, sözünde ve üslubunda yaşattığı ve aktardığı 'derviş meşrebini ve bilgeliğini' geriye dönüşsüz kaybettiğimiz zamanlara yol alıyorduk...
Doğada olmayan seslerin ve ritimlerin işgalindeki dünyamızdan usulca çekilen Neşet Ertaş'ın, sesiyle ağırladığı 'kaç yüzyıllık kadim geleneğe konukluğumuz' sona eriyordu.
Kendini bir iktidarın ya da erkin sahibi değil, varlığın tezahüründe vasıta addeden, bastığı yerin bile incinebileceği kaygısıyla adımlarını parmak ucuyla atan, sızlayan kalp boşluklarımıza şifa diye üflediği
nefesi tükenmişti...
Bu ufak tefek Çiçek Dağlı adam, şimdi babası aşık Muharrem Ertaş'ın ayak ucunda yatarken kibir-heybet-azametin boyunduruğundaki günümüzde değil 'gönüller' her gün onlarca can yıkılarak 'tabutlanıyordu'... Öldürmenin binbir türlü eskizini üzerimize boca eden zamanın arsız ruhunda 'gönlümüzü' sakınan ve esirgeyendi Neşet Ertaş...
Bu diyarlardan kimsenin gözüne dik bakmayan, dik perdeden konuşmayan,
kanaatkar edebiyle kanatlanıp bizden
uzaklaşıyordu...
Ne de olsa Neşet Ertaş iktidar otoritesinin tayin ettiği 'sanatçı' kadrosunda yer almayı reddedecek ve 'ödülüne' arkasını dönecek kadar 'dünya yükü oldukça hafif' ve halkının aşığıydı...
Neşet Ertaş bir söyleşisinde benim belleğimdeki sözcükler 2000 yıllık, dolayısıyla öyle süslü sözcüklerle size cevap veremem, 'ben türkü çığırmaktan, saz çalmaktan anlarım, benden bunu isteyin, size kurban olayım!' derken en sahih Türkçe'nin onun dilinden bize doğru gürül gürül aktığını biraz dil duygumuz olsa anlardık...
Elbette devlet TV'si TRT ise Neşet Ertaş'ın o 'som Türkçesini' yıllarca 'Mahalli sanatçı' diye bize tercüme etmeye kalkışacak ve Ozan'ın dört dizede bize geçirdiği 'manaya' karşı körelecektik...
Büyük Ozan'ın babası Muharrem Ertaş'ın oğluna yaktığı türkülerin sonuna mahlas olarak 'garip' kullanmasını önerirken söylediği, 'Bizler garibiz oğlum, soyadımız yokken bize garip derlerdi, gönül de gariptir oğlum' sözlerini yani 'gönül' ve 'garip' kavramlarını düz mantık okuyan nesiller boyu cehaletimiz bakiydi...
İsimlerinin, makamlarının, mertebelerinin onulmaz tutsağı haline gelmiş ve 'Gönül'ü' olmayan günümüzde düğün salonlarında saz çalıp türkü
çığırarak uzun yıllar geçinmeye çalışan Neşet Ertaş halis tavrıyla 'insanların en mutlu günlerinde çalmayı seviyorum' demişti...
Onunla kapanan sahih dönemin farkındaysak ve eğer 'Gönlümüz' de varsa bilin ki onu çok arayacaktık...
(Akşam gazetesinden alınmıştır)