Fazıl Say benim arkadaşım. Tel Aviv’den Floransa’ya Moskova’dan Frankfurt’a kadar dünyanın farklı köşelerinde konserlerini izledim.
Her coğrafyada ayakta alkışlanışına gururla tanıklık ettim.
Arada buluşur, sıkça mesajlaşırız.
Muhalif yorumlarını, twitter türü polemik mecraları yerine, kalibresine yaraşır ortamlarda, daha derin analizlerle savunmasından yana olmuşumdur hep...
Olmadık adamlarla kafa göz yaran polemiklere girişmesini yadırgamışımdır.
Ama Fazıl kabına sığmaz bir sanatçı, inandığı değerler için ölesiye çarpışan bir savaşçıdır.
Kızdı mı mecraya, dengeye bakmaz çatışır.
* * *
Bu kez de öyle oldu.
Önce bir müezzinin akşam ezanını aceleye getirmesini diline doladı, sonra da twitter’da Ömer Hayyam’a atfedilerek gezinen bir dörtlüğü, yine twitter’daki takipçileriyle paylaştı.
Savcılık da ihbar üzerine soruşturma başlattı.
“Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” ve “halkın bir kesiminin dini değerlerini alenen aşağılama” ile suçlandı.
Biz köşe yazarları bu tür soruşturmalara alıştık.
Savcılar bazen kendiliklerinden, sıkça da “iyi saatte olsunlar”ın akıllarına düşürmesiyle, ihbar edilenleri çağırıp kulak bükmeyi sever oldu.
Ama bu kez orada kalmadı.
Cumhuriyet Savcısı, 1,5 yıl hapis istemiyle dava açtı.
* * *
“Dünyaca ünlü bir sanatçımıza bu yapılır mı” diyecek değilim. Hukuk karşısında kimsenin dokunulmazlığı olamaz.
Dünyanın diline düşecek olmamızı da geçelim. Haklı bir davada buna da bakılmaz.
Ama burada, davanın içeriğinde vahim haksızlıklar var.
Birincisi, sadece kendi takipçilerinizle mesajlaştığınız twitter, “aleni” bir mecra sayılır mı?
İkincisi, yasada “halkı tahrik” suçunun gerçekleşmesi için “kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlike oluşturması”, “kamu barışını bozması” koşulu aranıyor.
Bir dörtlükle güvenliğimiz tehlikeye girer mi?
Bunu da, zamanında kendisi de bir dörtlükten hapis yatmış Başbakan’a sormalı...
Ama belki bundan da önce sorulması gereken, mesela dindar olmayanları tinerci saymanın, ana muhalefet liderinin mezhebini sorgulamanın, Zerdüştlüğe atıp tutmanın, “Ermeni dölü” gibi tanımların, hiç ”alenen aşağılama”ya girmemesi...
Savcılar “halkın bir kesimi”nin bunlardan rencide olmadığını mı düşünüyor, yoksa “halkın Başbakan’a yakın diğer kesimi”nin alınganlığı daha mı muteber sayılıyor?
“Yakın bir tehlike” varsa, bence buradaki çifte standarttır.
* * *
Dini yasaklarla düşünce özgürlüğü arasındaki sınır çekişmesi, belki kutsal kitaplar kadar eski...
Yeni olan şu:
Din karşısında ifade hürriyetinin sınırları hepten daraldı.
Tamam, kimse kimsenin kutsalıyla asla alay etmemeli, ama tabularla mücadele edeceğini söyleyen iktidarın, yegâne dokunulabilir kutsal olarak Atatürk’ü görmesi, onun ötesinde sansürcü kesilmesi, şiir, fıkra, nükte üzerinde bile baskı kurması da çifte standart değil mi?
Mesela şu ara Başbakan’ın dünyevi işleri dini referansla savunmasına itiraz etsek, kürtaj karşıtlığına karşı nüfus planlamasını desteklesek, yine ihbarcılar çıkar mı?
Savcılık çağırır mı?
Hakkımızda “Halkı doğurganlıktan soğutmak”tan dava açılır mı?
(Milliyet)