Başında Tayyip Erdoğan'ın bulunduğu AKP hükümetleri Türkiye'ye her alanda büyük hizmetler yaptı.
Kişi başına düşen gelir en az iki katına çıktı. Demokratikleşme ve sivilleşme yönünde azımsanmayacak reformlar, AB ile katılım müzakerelerinin yolunu açtı. Kürt kimliğinin inkarı son bulduğu gibi, resmen tanınması yolunda bazı adımlar atıldı. Silahlı isyanın son bulması için PKK ile, ne yazık ki sonuca ulaşmayan, müzakerelere girişildi. Komşularla ilişkiler daha önce hiç görülmediği ölçüde düzeldi; dış politikasıyla Ankara dünyada saygın bir konuma ulaştı. Bunlar için Türkiye Erdoğan'a teşekkür borçludur.
Ne var ki, olumlu gidiş, en azından son bir yıldır tersine dönme sinyalleri veriyor. Ekonomide büyüme yavaşladı, gerekli yapısal reformlar yapılmıyor. Demokratikleşme ve sivilleşme yönündeki reformlar durdu. AB ile katılım müzakereleri askıda. Kürt kimliğini tanıma yönündeki reformlar tıkandı, kaldı; PKK ile görüşmeler de öyle. PKK ile mücadele 1990'ları andırır oldu. Ayrılıkçılık palazlanıyor. Osman Baydemir gibi en sorumlu Kürt siyasiler bile "özgür Kürdistan"dan söz eder hale geldi. Yeni anayasa çalışmaları umut vermiyor. Dış politikada, güney komşular ile ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Ankara, bölgede oynamak istediği barış ve istikrar sağlayıcı rolden giderek uzaklaşıyor.
Olumsuza dönen gidişatta, kuşku yok ki dış etkenlerin, bir yanda karşılıklı bağımlılık içinde olduğumuz Batı ekonomilerindeki krizin, öte yanda başta Arap Uyanışı olmak üzere bölgemizde yaşanan ciddi istikrarsızlıkların önemli rolü var. Ancak AKP hükümetinin ülkeyi dirayetle yönetip yönetemediği konusundaki sorular da çoğalıyor. Her konuda kararların tek bir kişi, Başbakan tarafından alındığı anlaşılıyor. Başbakan sadece hakaretlere tepki gösteririm diyor, ama eleştirenleri "hain, alçak, terbiyesiz" ilan ediyor. Evet, aynen Kılıçdaroğlu'nun dediği gibi, Başbakan "en büyük medya patronu" oldu. Zira büyük medya patronlarına ne yazılıp yazılmayacağını o söyler hale geldi. TRT zaten hükümetin borazanı.
Başbakan bir yandan on yıldır taşıdığı büyük sorumluluklar nedeniyle yorulma, öte yandan (belki yakın çevresinden aşılanan) ölçüsü kaçmış özgüven sinyalleri veriyor. Hükümet üyelerinin bir kısmının Başbakan'ın yakını olma dışında bir erdemleri, koltuklarını dolduracak ehliyetleri olup olmadığı sorgulanıyor.
Ankara, bundan iki yıl sonra yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmış görünüyor. Ankaralı dostlarımdan dinlediğime göre, AKP'de Başbakan'ın iki yıl sonra cumhurbaşkanı seçileceğine kesin gözüyle bakılıyor. O Çankaya'ya çıkınca kimin AKP'nin başına geçeceği, kimin başbakan olacağı, yeni yönetimde kimin nereye geleceği sorusu Türkiye'nin bütün öteki sorunlarından daha önemli konular haline gelmiş bulunuyor. Ve her alanda acil reformlara ihtiyaç duyulurken, Türkiye kıymetli vakti harcıyor.
Başbakan statükoyu olduğu gibi koruyarak Çankaya'ya çıkmasını güven altına alacağını düşünüyor olabilir. Oysa Kürtler dahil halkın yarısının oylarını almasını statükoyu değiştiren, yenilenmeye öncülük eden lider olması sağlamadı mı? Bu kimliğini yitirir ve reformlardan geri duracak olursa, daha önce de yazdığım gibi, iki sene sonra Cumhurbaşkanı seçilemeyebilir. Anketlere güvenmeyin. Bu halk tercihini hızla değiştirebilir.
Düşünüyorum da, Anayasa Mahkemesi Abdullah Gül'ün görev süresini 7 yıl olarak yorumlayarak hukuki bakımdan yanlış olduğu gibi, siyasi bakımdan da olumsuz bir karar verdi. Doğru yorumu yapmış olsaydı, bu yaz yeni Cumhurbaşkanı'nı seçmiş olacaktık. Erdoğan ile Gül aralarında anlaşabilirler, Erdoğan Çankaya'ya çıkabilir, Gül bir ara seçimle milletvekili seçilip başbakan olabilirdi. Bu fırsat kaçtı. Yazık oldu. Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesi, bir bakıma yetenek israfı oldu; hükümet zayıfladı. Ama Gül Çankaya'da her kesimden halkın güvenini kazandı. Bir yolu bulunup Erdoğan ile Gül'ün, hem de gecikmeden, yer değiştirmesi çok hayırlı olurdu.
(Zaman gazetesinden alınmıştır)