Sadece Mersin'de, 8 ayda 25 kadın öldürülmüş.

35 kadın intihar etmiş, 350 kişi de intihar girişiminde bulunmuş Mersin'de. Resmî olmayan raporlara göre ülke genelinde günde 5 kadın cinayet kurbanı oluyormuş.

Eminim her akşam ekranlara çıkıp, bu hazin manzara üzerine konuşan, kendince çözüm üreten resmî, sivil, akademik uzmanları izliyorsunuzdur.

Çare teklifleri de çeşit çeşit... Kimi; kelepçe takılsın, diyor, kimi; hadım edilmeli erkekler, kimi; polis nöbet tutsun, kimi; sığınma evi sayısı artırılsın filan. Kimsenin aklına gelmiyor sanırım nasıl kelepçe, ne tür nöbetçi konulması hususu. Bir insanda vicdan kelepçesi açık oldu mu, onu hiçbir maddî kelepçe durduramaz, keza merhamet nöbetçisi olmayan bir kişiyi hiçbir emniyet önlemi durduramaz...

En çok da, modernizmin icat ettiği kaypak ve metazorik tanımlar can sıkıcı. Misal, 'töre cinayeti' deyip çıkıyor birçoğu.

Farazi sorumlu bulmakta üstümüze yoktur. Misal 'trafik canavarı' diye bir şey icat ettik. Belirli bir yaştaki çocuklar yollarda 'trafik' isminde bir canavar yaşadığına ve gelip insanları öldürdüğüne inanıyor.

Töre de böyle bir şey. Gelenek, an'ane gibi güzelim kavramlardan gelen bu kelimeyi, güncel yozluklarımıza siper ettik. 'Töre cinayeti' deyip işin içinden çıkıyoruz. Emine Erdoğan'ın geçtiğimiz yıl Şanlıurfa'da yaptığı konuşma aklımda benim. Şöyle demişti: "Hiçbir töre ve gelenek, kadına şiddeti meşrulaştıramaz..." Şiddet içeriyorsa töre olamaz zaten...

Yönetmen İsmail Güneş'in son filmi Ateşin Düştüğü Yer'i izlerken bütün bunlar geçti aklımdan. Film, bu tür cinayetlere, hadi adını koyarak söyleyelim; kadına şiddet meselesine alışılmışın dışında bir bakışta bulunuyor. Güneş, kamerasını vicdan ve merhamet denilen yerin tam göbeğine koyarak çalıştırıyor. İnsanı anlamaya zorluyor film boyunca izleyiciyi. Biçim ve içerik bakımından da ezber bozuyor.

Aslında bu seneki Altın Portakal Film Festivali'nin tema olarak 'Kadın'ı ele almasına bu nedenle sevinmiş ve içimden, 'İsmail Güneş tam zamanında doğru filmi çekmiş' diye geçirmiştim. Ama gelin görün ki, tamamı kadınlardan oluşan festival jürisi, hangi mülahazalarla olduğunu anlamadığım bir şekilde, bu filmi görmezden gelmiş.

Enteresan tabii... Kendi toplumumuzdaki sahici bir sorunu, gerçekçi bir tarzda filme almak nedense ilgisini çekmiyor entelektüel çevrelerimizin.

Henüz vizyon şansı bulmayan Ateşin Düştüğü Yer filmini anlatarak filmin tadını kaçırmak istemem. Ancak, bu film kaba saba birtakım yaftalar ve tanımlar ile sorumluluğu töreye atma kolaycılığından kaçıyor. Üstelik bunu yaparken ucuz duygu sömürüsü ve Anadolu insanı aşağılamasına da girişmiyor. Kamerayı gerçeğin kıyısına dayıyor yönetmen ve izleyicinin vicdanına dokunuşlarda bulunuyor.

Haksızlık etmek istemem, geçtiğimiz gün devletin de birtakım çözüm çabaları içinde olduğunu okudum medyada. Misal; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nca hazırlanan "Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarı Taslağı"yla cumhuriyet başsavcılıklarında "şiddetten koruma bürosu" kurulması öngörülüyormuş.

Ne enteresandır bu alanda yapılanların tamamı 'testi kırıldıktan sonra'ki aşamalarla ilgili. Cezalandıralım, hapse atalım, hadım edelim, kelepçe takalım... Toplumun bu alandaki idrakine, vicdanına, aklına, insafına yönelik çalışmalardan bahseden pek yok.

Filmlerinde, dizilerinde, tartışma programlarında çarpık aile yapılarını, şiddeti, cinayeti normalleştiren bir toplumun geldiği hazin durumu adli ve polisiye tedbirler ile çözmeye çabalıyoruz nedense.

İşte bu nedenle sevgili İsmail Güneş ne yapıp edip filmini başta Sayın Emine Erdoğan olmak üzere, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı'mız Sayın Fatma Şahin'e mutlaka izlettirmeli bence. İzlettirmeli ve bu trajik toplumsal meselemizin çözümünün sadece polisiye tedbirlerden geçmediğini gösterebilmeli.

Teşhisi yanlış koyunca, en fiyakalı yabancı tedavi yöntemleri bile çare olmuyor ne yazık ki!