Herkes hayatını değiştirmek ister...
Mutluluktan daha fazla nasiplenmek, mutsuzluklardan mümkün olduğunca kaçınmak ister...
“Mutlu olacağım” demekle mutlu olunmaz...
Mutluluğu yakalamak, huzuru ve dinginliği sağlamak, daha “iyi” bir insan olma yolunda hayatı değiştirmek ve ruhunuzla bütünleşecek “bilgeliği” sağlayabilmek ancak “içinizde uzun bir yolculuğa çıkmanızla” mümkün olur...
Yaşamın tüm bilgeleri, tarihe ve insanlığa adlarını altın harflerle kazıyan bütün “gerçek gurular” yaşamın bu şifrelerini bilinçli veya bilinçsiz çözmüş kişilerdir...
***
Hepimiz çok stresli ve kendi kendini yok eden bir hayatın sahibiyken, geçirdiği bir kalp krizi sonucu, çok başarılı gözüktüğü avukatlığı bir kenara bırakarak, kendi hayatını bulmaya ve anlamlandırmaya çalışan ve uzun bir iç yolculuk sonucu muhteşem bir “yaşam gurusu” olarak hayata dönüş yapan Ferrarisini Satan Bilge Robin Sharma gibi olmayı arzularız...
Oysa Robin Sharma gibi bir dönüşüme uğramak, öncelikle sahip olduğumuz yaşam felsefesini değiştirmekle başlar...
Çünkü mutsuz olduğumuz şeyler aynı zamanda bizi mutlu yapan şeylerdir...
Mutsuzluğu istemiyorsak, bize çarpık mutluluklar sağlayan şeylerden de uzaklaşmamız gerekir...
Mutluluk ve mutsuzluk aynı duygunun iki farklı yüzüdür...
Böyle olduğu için, “mutluluk arzularıyla başlayan değişim çabaları” bir süre sonra başarısızlığa uğrar...
Çoğu insan, mutsuzluğu değiştirmek için, ona neden olan “çarpık mutluluklardan” vazgeçmek istemez...
Bugünden başlayarak, mutluluk arayışlarınız ile kişisel gelişim ve dönüşüm için size her gün “Ferrarisini Satan Bilge Robin Sharma”dan gününüzü aydınlatacak ve size rehber olacak sözler aktaracağım...
***
İlk gün için size uzunca bir paragraf seçtim...
Çok önemli bir pasaj bu...
Değişim felsefenizin temel ilkesini çerçeveleyecek...
***
“Büyüdüğüm yıllarda, babamın benimle paylaştığı, Sanskritçe’den çevrilmiş şu dizeleri asla unutmam:
‘Evlat, doğduğunda sen ağlarken herkes gülümsüyordu... Öyle bir hayat sür ki öldüğünde herkes ağlarken, senin yüzünde bir gülümseme olsun...’
Hayatın anlamını unuttuğumuz bir çağda yaşıyoruz...
Ay’a birisini kolayca gönderebiliyoruz, ama sokağın karşısında oturan komşumuzla tanışmak konusunda sıkıntı yaşıyoruz...
Sürekli iletişim halinde olabileceğimiz bir teknolojiye sahibiz...
Fakat yine de pekçok açıdan insanlık tarihinin en az iletişim kurulan dönemindeyiz...
Her zamankinden daha fazla şey biliyoruz... Yine de gerçekten iyi bir insan olmanın ne demek olduğuna dair bildiklerimiz çok az...”
***
‘Evlat, doğduğunda sen ağlarken herkes gülümsüyordu... Öyle bir hayat sür ki, öldüğünde herkes ağlarken senin yüzünde bir gülümseme olsun...’
Bu sözü gün içinde birkaç kere aklınıza getirip üzerinde kendi kendinize biraz düşünün...
İyi yolculuklar...
*****
YILIN İLK KARI...
Hani bütün yıl görmezsiniz de, için için özlersiniz...
Önce bir yerlerde sulu septek atıştırır...
Kar dersiniz tam da diyemezsiniz, yağmur olur, su olur, yok olur...
Sonra bir yerlerde kar; kar gibi gelir...
Yavaş yavaş başlar, gittikçe hızını artırır...
Lapa lapa olur, arabalar beyazlanır, sokaklar caddeler kar beyazı olur...
Onu ilk defa farkedecek çocuklarınıza gösterirsiniz, “Bak kar yağıyor yavrum” diye hafiften öğreterek...
Beyaza bakarlar hayret dolu ifadelerle...
Beyaza baktığınız gün gelir aklınıza, hayatınızda ilk defa...
Lapa lapa yağan kara bakarlar...
O geçmiş hayranlık gelir gözünüzün önüne, hayatınızda ilk defa bakakaldığınız...
***
Dün lapa lapa kar yağdı İstanbul’a...
Dışarlarda bir yerde, bir bahçe sobasının yanında oturuyordum kar serpiştirmeye başladığında...
Lapa lapa yağmaya karar verince eve gittim...
Çocuklar karı seyrediyordu...
Çocukları seyrettim çocuklar karı seyrederken...
Yazı yazmaya başladım kar lapa lapa yağarken...
***
Mina’ya Mektuplar kitabını yazarken, ancak ortada daha henüz Mina yokken şöyle yazmışım kar yağarken evde mahsur kalmayı:
“Aşıksan, sevgilinle beraber olmanın planını zaten yapmışsındır...
Mırıl mırıl, öpüşe sevişe sevgiliyi yudumlayacaksındır...
Aşkı tadacaksındır...
Orgazmı yaşayacaksındır...
Sevişip acıktığında, dünyanın en lezzetli yemeğini yiyeceksindir...
Sevgiliyle beraber pişirip, beraber yediğin, beraberlikten sonraki yemek, sana filmlerdeki aşık çiftleri hatırlatacaktır...
Onlara benzemenin keyfini yaşatacaktır...
Özendiğinin gerçekliği seni mutlu edecektir...
Hayatının kahramanı olmak keyif verecektir...
Her halükarda kadınsan seviştiğin erkeğin gömleğini giyeceksindir...
Üstündeki o gömlek, beraberliğin, yakınlığın, biraz önce onu içine almış olmanın verdiği bütünlüğün sembolüdür...
***
Erkeksen, sevgilinin giydiği o gömlekte sen de erkekliğini bulacaksındır...
Sevdiğin kadının gömleğini giymesindeki incelik erkekliğini okşayacaktır...
Gücüne güç katacaktır...
Ruhunu huzura erdirecektir...
Sevilmenin hazzında, beğenilmenin gururunda erkekliğin güçlenecektir...
Bareberce hazırlanan bir yemek, yenilecek bir omlet aşkınızı unutulmaz kılacaktır...”
***
Böyle yazmışım Mina ve Poyraz yokken Mina’ya Mektuplar kitabında...
Omletler ve yanında içilecek birer bardak kırmızı şaraplardan çok uzaklardaki bir yaşamın kıyısından çocukları seyrettim dün, onlar karı seyrederken...
Beyaz’a baktığım gün geldi gözümün önüne, hayatımda ilk defa...
Sonra beyaz karıştı, omlete sarısına düştü bir an... Sıcak bir odada genç bir kadın erkek gömleği giyiyordu...
Sonra genç kadın ve gömlek uzaklaştı yok oldu gitti gözlerimin önünden...
Minicik çocuklar beliriverdi aniden...
Dışarıdaki beyazı seyrediyorlardı...
Kar lapa lapa yağmaya devam ediyordu...
*****
DEMOKRASİ, TÜRBANIN HAKKI OLAN ÖZGÜRLÜKLERİN, ATATÜRKÇÜLERE DE GÖSTERİLMESİDİR...
Demokrasi türbanlı kız öğrencilerin üniversite kapılarından geri çevrilmemesi demek...
Eğitimlerini kıyafetleriyle ilgili bir sorun olmadan özgürce yapabilmeleri demek...
Demokrasi türbanı, türbanlıyı, insanları giyimi, kuşamı, inançları, dili dini, ırkıyla ötekileştirmemek demek...
Herkesin hayat hakkını küçümsemeden, tölerans gösteriyor gibi tepeden bakmalara kulak asmadan, hakkıyla, samimiyetle ve inançla savunabilmek demek...
Demokrasi, 19 Mayıs törenlerinde gönüllü gençlerin, önderleri Atatürk’ün kendileri için uygun gördüğü kıyafetler ve yaşam tarzıyla kendi bayramlarını kutlayabilmeleri demek aynı zamanda...
Türbana özgürlükleri, Kürtçeye yasakları kaldırabildiğimiz ölçüde, Atatürkçü gençliğin Atatürkçü olma özgürlüğüne sahip çıkmazsak, demokrasiyi topallaştırırız...
***
İkinci Savaş günleri, dünyadaki konjonktür ve Türkiye’ye etkileri, bir ulus ve bağımsız bir cumhuriyet yaratma özlemiyle birleştiğinde, “tek tip bir insan modeli”ne fazlaca abanmış olabilir...
Bu abanma bugünün sınırsız özgürlükler çağında, anlamsız gelebilir...
Atatürkçü olmanın tek tip insan modeli için geçerli tek kıstas olduğu günleri eleştirmek haklı görülebilir...
Bunun çağımız demokrasisine uygun düşmediği haklı olarak elbette seslendirilebilir...
Fakat Atatürkçü gençlere, Atatürkçü olma hakkını vermezseniz, onun bayramını onun istediği gibi kutlamalarına “Nazi dönemi kutlamaları” derseniz, Atatürkçü olma özgürlüğünü de ortadan kaldırırsınız...
Demokrasi Atatürkçü olma özgürlüğünü ortadan kaldırmak değildir...
Türbanı kakdırmak ya da Kürtçeye yasak koymak anlamına gelmediği gibi...
Hiç kimsenin özgürlüğüne dokunmadan yaşayabilmek...
Bir ağaç gibi tek ve hür...
Ve bir orman gibi kardeşçesine...
Muhtemel ve mümkündür...