Varlık Yayınları arasında çıkan Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam ve O Topraklar Bizimdi adlı romanları sayesinde Kırım'ın acılarla dolu tarihine ilgi duymaya başlamış, bir yığın kitap okumuştum. Yaşadıklarından hareketle yazdığı bu romanların hatırat olarak algılanmasını önleyecek derecede usta bir yazar olan Dağcı'nın hayatı Londra'ya yerleşip kendi ayakları üzerine durmaya başladığı günlere kadar acılarla doludur; daha sonraki hayatı ise vatan hasretiyle...
Hayır, Cengiz Dağcı'nın hayatını anlatacak değilim; merak edenler İsa Kocakaplan'ın Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları arasında çıkan Kırım'ın Ebedi Sesi Cengiz Dağcı adlı kitabını okuyabilirler. Ben, izin verirseniz, yıllar önce onunla mektup yoluyla gerçekleştirdiğim bir röportajdan söz etmek istiyorum. Bütün eserleri 1988 yılında yeniden yayımlanmaya başlanınca Londra'ya giden bir dostumla kendisine bazı sorular göndermiş, cevaplarını Tercüman gazetesinin Kültür-Sanat sayfasında değerlendirmiştim.
Yaşadığını yazmak bütün romancılar için ciddi bir handikaptır; romanlarında yazdıklarına benzer bir hayat yaşayan Dağcı bu problemi nasıl aşmıştı? Birbirinin devamı olan Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam, Sadık Turan'ın hatıratı şeklinde yazıldığı için okuyucular tarafından hep Cengiz Dağcı'nın hatıratı olarak algılanmıştı; bu doğru muydu?
Dağcı, bu ilk soruma verdiği cevapta, yaşadıklarını yazmanın bir romancı için gerçekten handikap teşkil edebileceğini, fakat kendi romanlarının sırf hatırat olmadığını, her zaman sanat çerçevesi içinde kaldığını, eserlerinde onları roman yapacak atmosfer ve roman kişilerinin bulunduğunu ifade etmiş, henüz yayımlamayan Yansılar 2'den bir pasaj aktarmıştı. Bu pasajın bir bölümünde şöyle diyordu:
"Flaubert'e 'Madame Bovary kim?' diye sormuşlar. Flaubert de 'Madame Bovary benim' diye cevaplamış soruyu. Şimdi ben kalkar da Anneme Mektuplar'ın Saf'ı benim dersem okur inanır mı acaba? Korkunç Yıllar'ın ve Yurdunu Kaybeden Adam'ın Sadık Turan'ı Cengiz Dağcı'dan başka bir kimse olmadığına inandılar da, neden Topkayacı'nın da Dağcı olduğuna inanmasınlar? Oysa değilim. Ne Saf, ne de Sadık Turan. Ben Cengiz Dağcı'yım. Saf'la, Sadık Turan'larla, Selim Çilingir'lerle hiç mi ilişkim yok? Var tabiî... Onları kendi ruhumda buldum önce. Varlıklarını kendi içimde taşıdım uzun yıllar. Sonra başkalarının da tanımalarının gerektiğini duydum ve özledim ve onları kendi ruhum ve varlığımdan çıkarıp okura sundum. Bu kadar."
Cengiz Dağcı, Yakup Kadri'nin Korkunç Yıllar üzerine 1957 yılında Ulus gazetesinde bir yazı yazdığını ve "Romanın kahramanı Sadık Turan, yazarın kendisinden başka kimse değildir" dediğini hatırlatarak rahatsızlığını ifade ediyor, Ötüken tarafından yeni baskıları yapılacak olan bu romanların yeni kuşaklar tarafından birer roman olarak okunup değerlendirilmesini temenni ediyordu.
O tarihte, Cengiz Dağcı'nın savaştan sonra Londra Büyükelçiliğimize müracaat ederek Türkiye'ye gelmek istediğini, bir yakınının bulunup bulunmadığı sorusuna verdiği "Türkiye'de herkes benim yakınım!" cevabı kabul edilmediği için müracaatının reddedildiğini bilmiyordum. Ancak Dağcı Türkiye'ye bu yüzden değil, Kırım halkının 1944 yılında topyekûn sürgünü konusunda sessiz kalması yüzünden kırılmıştır. Milletler Cemiyeti'nin bir toplantısında Kırım halkının niçin sürüldüğü Bolivyalı bir delege tarafından sorulmuş, Türkiye delegeleri ise sadece susmuşlar. Evet, o zaman bunları bilmediğim için şu soruyu sormuştum: "Aşağı yukarı bütün okuyucularınız Türkiye'de yaşıyor. Dolayısıyla romanlarınızın etkilerinden ve yankılarından çok az haberdar olabiliyorsunuz. Okuyucularınızla doğrudan temasa geçme imkânına sahip değilsiniz. Türkçenin konuşulmadığı bir ülkede Türkçe yazmak ve tanımadığınız bir okuyucu kitlesine hitap etmek sizin için zor olmuyor mu?"
Cevap etkileyiciydi: "Polonyalı muhacir Czeslaw Milosz'un 'Anayurt dediğin dildir aslında' sözlerini benim kadar hiç kimse anlayamaz dünyada. Her şey dile bağlıdır. Benim durumumda yurt dediğin gerçekten dil'den başka bir şey değildir. Bugüne kadar düşünce hürriyetimi koruyabildiysem, dille koruyabilmişimdir; yurdumu toprağı, dağı, bağı, denizi, çiçeği, böceği, insanıyla yaşayabildiysem, dille yaşayabilmişimdir. Dilini umursamayan, özellikle yabancı bir ortamda, dilini yitiren bir insan, dilden fazla bir şey yitirir. Yurdu ve insanları pörsüye pörsüye, ağara ağara, geri dönmeyecek şekilde silinip gider onun gözlerinden ve yüreğinden. Gene de bir insan olarak yaşayabilir belki; ama o artık kendi yurdunun insanı olmaz; içinde yaşadığı, dilini benimseyip kabul ettiği yabancı milletin insanı da olamaz (...) Onlar da İnsandı benim, sadece edebî çalışmalarımda değil, hayatımda da bir dönüm noktası oldu. Romanı bitirince Türkçeyi bütün sıcaklığı, bütün güzelliğiyle yüreğimde hissettim ve Türkçe, yalnız Türkçe yazabileceğimi anladım."
Gurbette sadece Türkçe yazarak kendini kaybettiği yurdunda hisseden Cengiz Dağcı, son defa Eylül 1942'de gördüğü ata yurdunda toprağa verilmesini sağlayan Türkiye'yi bağışlamış mıdır dersiniz? Değerli yazara Allah'tan rahmet, bütün Türk dünyasına başsağlığı diliyorum.