“Cudi Dağı’nın güney yamacında bulunan Derebaşı ile Tuşimiye bölgesinin sarp kayalıklarında, derin vadilerindeki mağaralar, kobra helikopterleri tarafından bugün sabah saatlerinde yoğun bombardımana altına alındı.” (Star gazetesi internet sahifesi, 23 Mart, Perşembe)

Bizim gazete Star’da gördüğüm bu haber bana bir anda 1990 senelerinin ortalarını, Yeni Demokrasi Hareketi günlerini hatırlattı.

Cem Boyner, yine Cudi Dağı’nın yoğun bombalanması sonrası, galiba 1995 senesi idi, “kendi topraklarımızı, dağı, taşı bombalayarak bir yere varamayız” mealinde bir ifade kullanmış, yer yerdinden oynamış, kendisi ve YDH hakkında edilmedik hakaret kalmamış idi.

Sene 2012, yani yaklaşık 17 sene sonra yine Cudi’yi bombalıyoruz.

Bu ilginç tekrarın yorumunu okurların bir biçimde yapacaklarını düşünüyorum.

Türkiye çok ilginç bir ülke; bir yanda muazzam bir dinamizm görüntüsü, öte yanda ise inanılmaz bir durağanlık.

Cudi Dağı’nın bombalanması gibi “déjà vu”lerle karşılaştığımda aklıma hep 1925 ya da 26 senesinin gazeteleri ile bugünün gazetelerinin manşetlerini karşılaştırmak gelir.

Tekrar ediyorum, bir yanda olağanüstü olumlu bir dinamizm görüntüsü, öte yanda da insanı çıldırtacak bir hareketsizlik, bir sorun çözememe durumu.

1925, 1926 senelerinin gazetelerinin manşetlerinden iki konuyu en öne çıkar dersem, muhtemelen Şeyh Said İsyanı üzerinden kürt meselesi ve din devletini restore etme iddialarını yakalarsınız, öne çıkarırsınız.

Aynı soruyu 2012 senesinde, yani yaklaşık doksan sene sonra yine sorsak, cevabımız, çok şaşırtıçı, üzücü, cesaret kırıcı bir biçimde kürt meselesi ve din devletinin restorasyonu fobisi olacaktır.

Bir dinamik (!) ülke düşünün, doksan sene sonra ve arada hep aynı iki konuyu tartışmış ve bu iki konuya kalıcı, sürdürülebilir çözümler üretememiş.

Pazartesi geceleri Mehtap televizyonunda Mehmet Altan ve Şahin Alpay ile “Akıl defteri” isimli bir program yapıyoruz; Şahin, malum İsveç’de uzun seneler yaşamış, bu ülkeyi, dilini çok iyi bilen bir arkadaşımız.

Programa Şahin Alpay her hafta çok kapsamlı, üç-dört sahifelik bir gündem getiriyor, tüm konular o haftanın gelişmeleri, biz birinci sahifeden ikinciye bile pek geçemiyoruz ve bu yoğunlukta bir haftalık gündemin İsveç’in muhtemelen iki senelik gündemi olduğunu söylüyor ve gülüşüyoruz.

Buraya görünürde inanılmaz bir dinamizm, İsveç’e ise can sıkıcı denilebilecek bir durağanlık hakim.

Üşenmedim, İsveç’in 1920’li yıllardaki kişi başına milli gelirine baktım; iki bin doların biraz üzerinde görünüyor, 1870’lerden, 1930’lara kadar büyük bir durağanlık hakim.

Türkiye’nin 1925 senesi kişi başına geliri ise bin dolar civarında; bu düzeylerin teknik olarak hesaplanmasında sorunlar var ama yaklaşık İsveç’de o tarihte kişi başına gelirin Türkiye’nin iki katı olduğunu söylemek çok yanlış değil.

Aradan geçen doksan sene sonra ülkemiz Türkiye’de kişi başına gelir on bin dolar, İsveç’de ise yaklaşık kırk bin.

Üstelik, ulaştığımız on bin dolarlık düzey de son yedi senenin sonucu.

Bir ülke, bizim ülkemiz çok dinamik bir görüntü veriyor, diğeri ise, İsveç, son derece durağan, can sıkıcı ölçüde durağan ama İsveç 20. yüzyılı büyük bir başarı hikayesine çevirmiş, son krizi sosyal devlet uygulamalarından büyük taviz vermeden atlatmış, atlatmak ne kelime, krizden büyüyürek, bütçe açığını düşürerek çıkmış.

En önemlisi de kişi başına gelirini 20. asırda bizden çok daha hızlı büyütmüş.

Bu manzaranın temel sorumlusu acaba Cudi Dağı’nı bombalamakta hala ısrarlı olmamız mı?

1926’nın gazete manşetleriyle 2012’nin gazete manşetlerinin iki konuya, laiklik ve kürt meselesine takılı kalması mı?

CHP’nin “halka giderken” tek parti döneminin güçlü ismi Nevzat Tandoğan’dan ismini alan bir meydana gitmesinden mi?

(STAR)