”Her krizin sonunda kâr-zarar değerlendirmesi yapılır; henüz süreç devam ediyor ama, eğer bir ara değerlendirme yapılacak olsa, bu olayın kazananı kim, kaybedeni kim?”

Dostumun ‘olay’ dediği, merkezinde MİT’in eski ve yeni müsteşarının bulunduğu, bir özel yetkili savcının ifadeye çağırmasıyla başlayan süreç... İlk günden bu yana neredeyse bir hafta geçti; tarafların nasıl davranacağı anlaşıldı. Gerçekten artık bir ‘ara bilanço’ çıkarılabilir...

Oturup birlikte çıkartık.

Savcı artık başka bir yerde görevli. Onun davet girişiminde bulunmasını sundukları bilgi ve belgelerle sağladığı iddia edilen Emniyet mensupları da konumlarını kaybettiler. Davetten fena halde rahatsız olan hükümet, bir daha tekerrür etmemesi için, hem ‘MİT’e özel’ bir maddelik yasa değişikliği yapacak, hem de CMK’nın iki maddesiyle oynayacak...

Özellikle Ergenekon sürecinin başından itibaren “Yargı hükümetin emriyle hareket ediyor” diyen bir itirazcı kesim vardı; 12 Eylül 2010 referandumu sonrası seslerini daha da yükselten bir gruptu bu. Son gelişme onların tezlerini bayağı yaraladı. Yaraladı, çünkü yargının hiç de hükümetin emriyle hareket etmediği, hükümeti zora düşürecek tavırlar sergilemekten bile çekinmediği ortaya çıktı.

Ben bu girişi yapınca, dostum, “Haklısın” dercesine başını salladı.

Hükümet-yargı ilişkilerinin bazılarının iddia ettiğinden farklı olduğu anlaşıldı, ama bu kime yaradı? Kimseye yaramadı. Hatta bugüne kadar kamuoyunun üzerine titrediği ‘Ergenekon’ ve ‘Balyoz’ gibi davaların darbe almasına yol açtı. Daha önce o davalarla ilgilendiği bilinen savcıların, üzerine titredikleri davaları zayıflatacak bir girişimde bulunmaları bana hayli tuhaf geliyor...

“Girişimlerinin ardındaki motivasyon yüksek olmalı” dedi dostum...

En önemli tuhaflık da orada. Savcılar ve Emniyet mensuplarının hükümete rağmen girişimde bulunduklarını anladık. Aylarını verdikleri davalarda ellerini zayıflatacak bir girişimi kendiliğinden başlatmış olmaları akla ve mantığa aykırı. “Kim veya kimler namına bu işe girişmiş olabilirler?” sorusuna, hemen herkes, “Bilmiyormuş gibi yapma” cevabını veriyor. Herkesin bildiği bir güç, bir odak olmalı motivasyon kaynağı...

“Cemaat elbette” dedi dostum.

Al sana bir garabet daha. Savcı daveti ne için göndermişti? MİT’in ‘demokratik açılım’ süreci içerisinde terör örgütüyle görüştüğü için değil mi? Buradan da, “Kürt sorununa iki farklı bakış vardı; savaşın devamından yana olanların çıkışı bu” sonucuna vardı bazıları... Oysa Cemaat ‘demokratik açılım’ yanlısı olduğunu defalarca belirtmemiş miydi? Savaşın ilânihaye sürmesine karşı değil miydi?

Karşımda oturan dostumun yüzünde kuşku bulutları belirdiğini fark etmemek imkânsızdı. Cemaat adına konuşanlar, daha önce hiçbir İslami kişilik ve grubun kendileri kadar Kürt sorununa sıcak yaklaşmadığını bile iddia etmişti; Diyarbakır’da Abant Platformu yaptılar, anadil konusunda en radikal teklif onlardan geldi” dedi dostum.

Eee, bu işi nasıl Cemaat yapmış oluyor? Tam tersine, bu süreçten Cemaat denilen yapı da yara aldı. Siyaset-dışı kaldığı için herkesten ilgi gören, hizmetlerine katkı sağlanan, tavsiyelerine kulak verilen bir yapı iken, bu olayla birlikte gündemin merkezine oturuvermeleri herkesi şaşırttı. Adlarının anılmasından bile ürkülüyor.

“Öyle” dedi dostum. “Ama” diye devam edecekken onu susturdum.

Çoğu kişi olan-biteni ‘hükümete karşı’ ve ‘Tayyip Bey’e karşı’ olarak görüyor; hiç kuşkusuz öyle. Ancak benim baktığım pencereden aynı oranda ‘Cemaat’e de karşı’ bir girişim bu. Onu bunu bilmem; bir hizmet çabasını, çok hassas konumlarda sadık bağlıları olan, onlar eliyle operasyon düzenleyen, medyasıyla olayları yönlendiren bir odak olarak göstermeye çalışan birilerinin oyunu bu.

“Yok canım” dedi dostum, ama en az benim kadar kuşku taşıyan bir ifadeyle.

Ara değerlendirmemi böylece sizlerin de dikkatinize sundum.

(STAR)