Son günlerde Türk Medyası üzerine bir dizi inceleme ve yorum yayınlanıyor. Çok da iyi oluyor. Fakat bu ilgi biraz tek taraflı gibi. Çünki incelenen hususlar, görebildiğim kadarıyla, tamâmen Türk Medyası’na karşı işlenen haksızlıklardan ibâret.


Meselâ Türkiye’nin, ifâde özgürlüğü zâviyesinden yeryüzündeki 179 ülke arasında ancak 148. sıraya ulaşabilmesi, özel mahkemelerin medya üzerindeki baskısı, tutuklu gazeteciler, toplatmalar, poşete sokulmalar, yayından men edilmeler, internet sitelerinin karartılması, daha basılmamış kitaba kovuşturma, gazeteciler üzerindeki iş güvencesi eksikliği gibi fevkalâde önemli konular ele alınıyor ve alınması da şart, elzem!


Şimdiye kadar neden bu kadar yoğun biçimde alınmadığı kabahat!


Öte yandan bu ilginin çok önemli bir başka vechesi ise eksik ki o da Türk Medyası’nın bizzat yaratdığı eksikler, hatâlar, kendi dizine sıkdığı mermiler.


İnsan ister istemez Ziyâ Paşa’nın o meşhur beytini hatırlıyor:


“Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât,


Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde!”


(Teseyyüb kelimesinin ne anlama geldiğini bilmeyenler, Yağmur Atsız’ın eski yazılarını açıp okuyabilirler. Onlardan birinde nasıl olsa îzâh etmişdir. Ben sözü uzatmamak için burada tekrarlamak istemedim. Zâten yerim kısıtlı, bir de bunlarla uğraşmayalım! Akıl, mantık diye bir şey var...)


Bence Türk Medyası’nın dünyâ klasmanında hiç de parlak olmayan yeri sâdece “başkaları”nın ona etdikleriyle değil, bu medyanın kendini algılayışı ve şekillendirişiyle de bağlantılıdır ve hattâ bu unsur daha da önemlidir.


Benim “Meçhûl Genç Gazeteciye Mektublar” adlı 271 sayfalık bir kitabım var. İlk basımı 2002 Yılı’nda yapılmış olduğuna nazaran benim bundan on yıl öncesine kadar bu meseleye dâir yazdığım bir metin.


Konu güncellik kazanınca açıp karıştırdım ve gördüm ki ben bunları zâten yazmışım ama o zamanlar pek kimse iplememiş. Demek istediğim bugün söylenenlerin hiç biri yeni değil ve bunu da kendimi övmek için değil görünen köyün kılavuz istemediğini belirtmek için kaydediyorum.


Isbâtı: Kitabı hazırlarken üç incelemenin bir şekilde ilgimi çektiğini fark ve notetmişim. Biri Alev Alatlı’nın “İdeolojisizlik İdeolojisi ve Basın” sonra Vivet Kanetti’nin “İddialı Ülkenin İddiasız Basını” ve nihâyet Zeynep Göğüş’ün “Türk Basını ve Âidiyet Sorunu” (Türk Basını gayrı-millîdir tezi) başlığını taşıyan metinleri.


Üstelik “Bloknot” adlı ve 1989’a kadarki denemelerimi kapsayan kitabımda da aynı konuyla ilgili beş altı metin var.


Tek cümleyle son durumu özetlemek zorunda kalsam şöyle derdim:


Önce muhâbirleri öldürdüler!


Ama muhâbirlere varana kadar Bâbıâlî daha kimlerin kanına girmedi ki!


Siz zannediyor musunuz ki Türk Medyası ifâde özgürlüğü açısından durup dururken 179 içinde ancak 148. olabiliyor?


Bâbıâlî bir sakat doğumdur!


Çünki “yerden bitme” değil “tepeden inme”dir!


Batı’da “basın” 17. Yy.’dan bu yana halkın ihtiyâcı sonucu tedrîcen doğarken bizde ilk “cerîde” 1830’da Sultan II. Mahmud’un emriyle intişâra başlamışdır!


Anlaşıldı mı gen meselesi!

(STAR)