Geçmişte çok acısını çektiğimiz \'operasyon\' dalgalarının, şimdi \'darbeciliğin tasfiyesi\' gibi haklı bir temele oturması, yaşanan ciddi haksızlıkları ikincilleştiremez.

2000’li yılların başındaki bir araştırmayı (Oral Çalışlar-Tolga Çelik/İslamcılığın Üç Kolu-Güncel Yayıncılık) karıştırıyorum. Kimlerin neler dediğini, neler yazdığını gözden geçiriyorum.
Olayın bir müdahale dönemi var, bir de sonrası. “28 Şubat’ta Gülen cemaati darbecilere sesini çıkarmadı” şeklindeki eleştirilere son günlerde sık sık tanık oluyoruz...
28 Şubat 1997’deki MGK toplantısı, ardından yayımlanan bildiri, önü ve devamı olan
inişli çıkışlı bir süreçti. Değişik siyasi güçler, değişik tutumlar gösterdiler. 

Ana eksen
Ana eksen (ordunun siyasete müdahalesi) hiç değişmedi... O dönemde, asıl müdahale, büyüyen, gelişen ve kontrol altında tutulması zor olacağı düşünülen İslami harekete ve onun temsilcisi Erbakan’ın Refah Partisi’ne yönelikti.
REFAHYOL hükümetinin 28 Şubat bildirisinin devamını getiren baskılarla Haziran 1997’de dağılmasıyla birlikte, askerin siyasi yaşama müdahalesi iyice sertleşti. Gülen cemaatinin ve birçok gazetecinin hedef alınması, medyanın, yargının ‘yeniden hizaya sokulması’ gibi ‘süreç’ler bu yıllarda gerçekleşti.
‘Merkez medya’ diye sayılan büyük gazete ve televizyon gruplarının tamamı, bu kampanyada rol üstlendi. Servis edilen yalan ve abartma haberleri, kasetleri birer birer yayımladılar. Medyanın otoriteye düşkünlüğü, belki de olabilecek en üst seviyeye ulaşmıştı. 

18 Haziran 1999
Bu kritik günlerin ilginç dönüm noktalarından birisi de Fethullah Hoca’ya ve cemaate yönelik ‘linç’ kampanyasıdır.
18 Haziran 1999 gecesi, cemaat açısından tam bir şok gecesidir. Fethullah Hoca’nın yıllar önce yaptığı konuşmalardan derlenmiş ve özel olarak düzenlenmiş kaset önce Ali Kırca’nın sunduğu ATV ana haber bülteninde yayımlanmış, ardından Siyaset Meydanı programında aynı konu işlenmişti. Ali Kırca programa başlarken ertesi günkü Sabah gazetesinin manşetini göstermişti: “Maske düştü”. Diğer gazeteler ve TV’ler de bu kaset olayından yola çıkarak kampanyaya katılmışlardı.
O günlerde sık sık kurulan bir cümle şuydu: “Düğmeye kim bastı?” Bu cümle ile çoğunlukla ‘dönemin egemeni’ olan orduya gönderme yapılıyordu.
Ali Kırca, kaseti yayımlayan kişi olarak, ‘yaptığının arkasında duran’ bir yaklaşım sergiledi. Kendisi, benim de kitabıma aldığım (s. 212-213) ve Sabah gazetesinde yayımlanan yazısında şunları söylemişti: “Son günlerin en can alıcı sorusu şudur: Düğmeye kim bastı? En çok merak edilen, en çok araştırılan, buna karşılık cevabı bulunamayan bu soruya en kestirme yanıtı verebilirim: Ben bastım.
Eğer geçen hafta konuyla ilgili bir Siyaset Meydanı programı yapmaya karar vermeseydim ve bunun sonucunda bazı kasetler ortaya çıkmasaydı, bütün bu gelişmeler yaşanmayacaktı. Öyleyse ‘Düğmeye ben bastım’.
Zamanlama da bana aittir. Kasetlerin derin devletin istemiyle yayımlandığı ya da uzun süredir elimizde olduğu ya da daha 40-50 kaset olduğu vb... Biliyorum ki hiçbiri doğru değil bunların...” (23 Haziran 1999, Sabah)
Çok kere yazıp söylediğim bir noktayı tekrar vurgulamayı gerekli görüyorum: Bu konuların yargıyı ilgilendiren tarafı bir yana, asıl olarak, içinden geçtiğimiz süreci meslek ilkeleri ve insan hakları açısından gözden geçirmekte ısrarcı davranmamız gerekiyor.
Toplu sorumluluklarımızın yanı sıra ciddi kişisel sorumluluklarımızın da olduğu ortada. Hemen hepimizin bir özeleştiri ihtiyacıyla yüz yüze bulunduğumuz açık. 

Otoriter zihniyet
Son dönemdeki tutuklamalar ve yargısal uygulamalar, zaman zaman, çok temel insan haklarını ihlal eden bir şiddete ulaşabiliyor. Polis ve savcılıklardan sızdırılan belgelerle şiddetlendirilen ‘linç’ kampanyaları, ‘değişimci’ değil ‘otoriter’ bir zihniyeti davet ediyor.
Geçmişte çok acısını çektiğimiz ‘operasyon’ dalgalarının, şimdi ‘darbeciliğin tasfiyesi’ gibi haklı bir temele oturması, yaşanan ciddi haksızlıkları ikincilleştiremez.
Geçmişle hesaplaşmaya, ‘yerleşik değer’leri sorgulamaya devam edelim ama bu süreci bir ‘güç kavgası’na ve ‘yok etme kampanyası’na dönüştürmeyelim...

(ZAMAN)