Para, her şeyle yabancılaşmamıza neden olan bir araç. Hatta şimdi paranın kendisiyle bile bağımızı kopardık. Üç liralık kahve için bile şak! kredi kartımızı uzatıyoruz. Yunanistan’da çoğu yerde kredi kartı geçmiyor. Orada olduğum zamanlarda mecburen paraya geçtim. Parayı yeniden kullanmaya başlayınca bile tüketim alışkanlığım değişmeye başladı. İnsan daha izanlı oluyor alışveriş yaparken.
“Meteliksiz” kitabının yazarı Mark Boyle, başka bir yaşam biçimi olabilir mi diyerek bir yıl boyunca parasız yaşıyor. Ne kazanıyor, ne harcıyor. Takas, atık, ödünç, elden düşme, iş karşılığı ayni ürün alma yöntemiyle üstelik de eğlencesinden de mahrum kalmayarak hayatını idame ettiriyor. Sistemin müthiş müsrifliğini herkese göstermek için 3500 kişinin katıldığı ve herkese düzgün birkaç kap yemeğin verildiği bir “parasız festivali” bile düzenliyor. Yemeklerin ve içeceklerin hepsi ya kendi üretimi ya da yenilebilir ve sağlam olduğu halde paketi bozuk, tarihi geçmiş veya başka saçma bir nedenle çöpe atılacak yiyeceklerden. Bir yılın sonunda insanlardan hiç ummadığı da bir destek alıyor.
Mesele şu: Her şeyin yegâne anahtarı para sanıyoruz. Gerçekten de öyle. Ev sahibiniz haftada 5 saat yoga dersi vermeniz karşılığında size evini kiralamayacaktır. Markete gidip sepeti doldurup “hadi ben size bunun karşılığında güzel bir masaj yapayım” derseniz, kasiyer bir hayli zor durumda kalacaktır. Üç güzel şiiriniz karşılığında sizi Bostancı’ya götürmesi için taksiciyi ikna etmekte de güçlük çekersiniz. Ancak paranın koyu gölgesi karabasan gibi HER noktaya da çökmek zorunda değil.
Mark Boyle, “freeconomy” diye bir anlayış geliştiriyor. “Parasız iktisat” diye çevirebiliriz. İnsanların birbirlerine “parasız” da bir şeyler verebileceğine inanıyor. Becerilerimizi parasız da birilerine öğretebiliriz. Veya “takas” diye bir şey de var mesela. Karşılığını o gün almayabilirsin. Bir gün sen de başkasından bir şey alırsın. Kullanmadığın eşyayı evinde tutmak yerine ilan et, gelsin biri alsın. Sen de bir gün başka bir şey alırsın.
Fakire fukaraya eski eşyalarını dağıtmak (onlardan kurtulmak) dışında bir şey aslında bu. Ben mesela Yunanca öğrenmeye çalışıyorum. Karşıma tesadüfen Yunanistan’dan gelmiş ve ev arayan (ve de parası henüz olmayan) bir Yunan kızı çıktı. Evimde kullanmadığım bir oda var. Bana günde bir saat ders vermesi, hiç olmadı Yunanca konuşması, hiç olmadı ödevlerimde yardım etmesi karşılığı ona odayı kiraladım. Al sana takas! İşin içinde para yok ama her iki taraf da son derece kârlı!
“Ah çok naifsisiniz!” diyenler umurumda değil. “Başka bir dünya mümkün mü?” demedim zaten. Ben “başka bir hayat, başka bir çevre, başka bir duygudaşlık mümkün mü?” diye sormaktayım. “Dünyayı kurtarmak”, “hep beraber selamete ermek” gibi bir beklentim de yok niyetim de...
Fakat şunu da düşünmek lazım. Herkes hesapça “barış” istiyor. Köşe yazarından güzellik kraliçesine, köşedeki manavdan tepedeki başbakana. Öyle gökten insin ve hepimizi örtsün istiyoruz. Toplumsal barış dediğin daha sokağa adımını atar atmaz başlar. Barışı sen yaparsan yaparsın. Göklerden inmez. Değişimi istiyorsan önce sen kendin değişmelisin.
(Vatan gazetesinden alınmıştır)