Fransa ve Yunanistan seçimlerinin ardından pazartesi günü, Avrupa gazetelerinin, başyazılarının başlıklarında en çok yer alan sözcükler “isyan”, “protesto” idi. Seçmen bir tür politikayı ve politikacıyı reddetmişti, ama hangi politikaları onayladığı, belli değildi. Diğer bir deyişle, belirsizlik, kaos unsurları artmaya devam etti.
Fransa’da Sosyalist Parti’nin adayı Hollande başkanlık seçimlerini ikinci turda kazandı. Yunanistan’da, ülkeyi 1974’ten bu yana yöneten Yeni Demokrasi Partisi ve sosyal demokrat PASOK, beklenenden daha az oy alarak koalisyon hükümeti dahi kuramaz noktaya düşerken, neo-liberal, kemer sıkma politikalarına karşı çıkan partilerin hepsi oylarını arttırdı. Radikal Sol koalisyon (Syriza), YDP’nin arkasından ikinci sıraya oturdu. Komünist Parti oyunu arttırarak mecliste 21 iskemle alacak konuma ulaştı. Açıkça faşist politikaları savunan Altın Şafak partisi, önceki seçimlerde yüzde 0.25’te kalan oylarını yüzde 8.8’e yükselterek beklenenin çok üstünde bir başarı elde etti. Bu sonuçlar, Avrupa’da egemen sermayenin, Almanya hükümeti, Avrupa Merkez Bankası ve IMF eliyle dayattığı ekonomi politikalarını Fransa ve Yunanistan’da seçmenin kabul etmediğini gösteriyordu.
‘Mobious Şeridi’nde siyaset
Modern komünist hipotezin (baskısız, sömürüsüz bir dünya kurulabilir!) kurucularından K. Marx, kapitalist toplumda hükümetleri, sermayenin “yönetim komitesi” olarak tanımlıyordu. F. Engels’e göre burjuvazinin siyasi partileri, egemen sermayenin, bazen birine, bazen öbürüne binerek yoluna devam ettiği atlara benziyordu. Her seçim, toplumdaki siyasi sıcaklığı ölçen bir barometre işlevi görmekle birlikte genelde bir at değişimi işlemi olmaktan öteye gitmiyordu.
Pazar günü gerçekleşen, Fransız başkanlık seçimlerinin, Yunanistan genel seçimlerinin sonuçları, son iki yılda üye ülkelerin yarısında hükümetlerin yönetememesi nedeniyle çöken Avro bölgesinde, böyle bir “yönetim komitesi” oluşturmanın son derecede zorlaştığını, egemen sermayenin olağan atlarının enerjisinin tükendiğini göstermiyor mu? Meydanda başka atlar var. Ama onlar da henüz sermayeyi sırtlarına almayı kabul edecek kadar uysallaştırılabilmiş değil.
Zaten, sermayenin bu yorgun atları koşmaya zorladığı yol da bir garip, adeta “Mobious Şeridi”ne benziyor. Şeridin bir yüzünde ilerlemeye başlarsınız, ama o yüz giderek öbür yüze dönüşür. Ya da merdiven olarak düşünürseniz, “yukarı doğru çıkarken, aşağı doğru iniyorsunuzdur”. The Times gazetesinin, pazartesi günü seçim sonuçlarını değerlendiren başyazısına göre Avrupa hükümetlerinin tam da böyle bir şey yapması gerekiyor: Kemerleri sıkarken, ekonomik büyüme koşullarını oluşturmaları gerekiyor. Aşağı inerken yukarı çıkıyor olmaları gerekiyor.
Yönetenler ve yönetilenler
Bu görüntünün ne kadar ciddi, hatta “tarihsel” bir “duruma” karşılık geldiğini görebilmek için, yüz yıl önce, yine kapitalizmin bir yapısal kriz içinde, hegemonyacının (sistemde düzeni sağlayan, liderlik eden ülkenin) hegemonyasını kaybetmesinin sancıları yaşanırken, Avrupa hop oturur hop kalkar, savaşlara devrimlere hazırlanırken, V.I. Lenin’in “devrimci durum” olarak tanımladığı koşulları anımsamak yararlı olabilir.
Lenin, “devrimci durumu”, “Yönetenler eskisi gibi yönetemiyorlar. Yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar” formülüyle tanımlıyordu. Yunanistan’a, Fransa’ya hatta, geçen iki yılda, üye devletlerin yarısında hükümetlerin yönetemeyerek çöktüğü Avro bölgesine baktığımızda tam da böyle bir “durum” görmüyor muyuz? Tüm Avrupa’ya egemen sermayenin (finans kapitalin) kemer sıkma programını dayatan Almanya’nın muhafazakâr hükümeti de öfkesi giderek artan, seçim sandıklarına, grev oylamalarına da yansıyan bir işçi hareketinin, “ekonomik büyümeden payını alamayan milyonların” (Der Spiegel, 04/05/12) tepkisiyle karşı karşıya değil mi?
Yönetenlerin artık yönetemedikleri, yönetme, ayrıcalıklı olma iddialarını, halkın gözünde haklı kılacak işlevleri yerine getirmedikleri görülüyor. Aksine, “yönetenler” gittikçe artan oranda, beceriksiz, buna karşın iktidar ve servet ihtirasının müstehcen düzeylere ulaştığı bir görüntü sunuyorlar.
Bu ortamda, komünist gelenek yeniden canlanır ve halkın ilgisini çekmeye başlarken, faşist partilerin dinle de yakınlaşmaya, sermaye partilerinin egemen sermayenin ilgisine, iktidar koridorlarına davet edilmeye layık olacakları bir düzeye doğru yükselmeye başladıkları görülüyor.
Kısacası, ekonomik siyasi kutuplaşma artmaya devam ediyor, egemen sermayenin politikalarını “olağan rejimler” içinde kalarak uygulamak giderek olanaksızlaşıyor.
(Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır)