Karartılmış bir sahne. Oradan, buradan gelen konuşmalar önce bir fısıltıya dönüşüyor. Ardından derin bir sessizlik hâkim oluyor salona. Sonra sinema filmi tadında çekilmiş bir reklam giriyor devreye. Siyahî bir delikanlı kendi dilinde konuşuyor; Türkçe altyazıdan, ne dediğini anlıyoruz. Hal diliyle bize diyor ki; "Ben ülkemdeki çocuklar kadar şanslı değildim." Diyor ki; "Zor bir çocukluk dönemim oldu." Diyor ki; "Suça da bulaşmıştım."
Görüntülerin ritmi artıyor. Sirenler, polisler, koşuşturmalar, kaçışmalar. Heyecana kapılıyorsunuz. Ancak heyecanın zirvesine ulaştığınız yerde müzik duruveriyor bir anda. Siyahî delikanlı birden Türkçe konuşmaya başlıyor. Hikâyenin seyri değişiyor. Genç, Afrika'nın göbeğinde Türk Lisesi'ne gidişini anlatıyor. Türkçeyle tanışmasını naklediyor. Ve tebessümle parlayan gözler eşliğinde ekliyor: "Bu da gelir bu da geçer, ağlama..."
Reklam bittiğinde etrafıma bakıyorum. Herkeste değişik bir ürperiş. Dünyanın öbür ucundaki bir gencin hayatındaki büyük değişimi düşünüyoruz derinden derine. Sonra az önceki filmde gördüğümüz genç, yavaş ve sakin adımlarla sahneye çıkıyor. Dingin bir ses tonuyla "Merhaba, ben Nicholas." diyor.
O cümleyi duyar duymaz aylar önce yaşadığımız bir tablo geliyor karşıma. Vietnam reklam ajansının sahibi Tibet Sanlıman ve yakın arkadaşı Gürkan Günaydın, bize heyecanla bir reklam projesinden bahsediyor. Küçük bir heyetin meraklı bakışlarına aldırmaksızın heyecanla anlatıyor Tibet Bey. Diyor ki; "Geçen seneki Türkçe Olimpiyatları'nın reklam filmini çekmeye gittiğimde tanıştığım bir delikanlı beni derinden etkiledi. Bu sene, onun hayat hikâyesinden küçük bir kesiti sunalım istiyorum. Eminim, benim etkilendiğim kadar seyredenler de etkilenecek."
Bu teklif cazip geliyor heyete; zira Tibet'in gözlerindeki parıltı gerçek bir hayat hikâyesinin, temiz bir yüreğe ne denli etki yapabileceğini yeterince ispat ediyor.
Ben aylar önce yaşanan o sahnenin çağrışımlarıyla med-cezirler yaşarken Nicholas, sahnede kendi serencamını naklediyor. Öğreniyoruz ki çocukluk döneminde bin bir sıkıntıya maruz kalan bu genç adam, önce Türk okulundan mezun oluyor; ardından da o okulda öğretmenlik yapmaya başlıyor.
Tam hikâye mutlu sonla bitti derken sahneye Beyaz (Beyazıt Öztürk) geliyor. Şimdi siyah ile Beyaz yan yana, iç içe, sevecen, sempatik. Böyle güzelim programlarda bile sunucunun ne kadar önemli olduğunu anlıyorum. Beyaz, çok içten ve gönülden konuşuyor Nicholas'la. Sahnedeki enerji salona dalga dalga yayılıyor. Samimiyet içinde küçük atışmalar, sarılmalar...
Gece boyunca sürüp gidiyor olimpiyat açılışındaki kardeşlik atmosferi. Kimler yok ki açılış töreninde? İş dünyası; Ferit Şahenk ve holdingin üst düzey yöneticileri, Mehmet Emin Karamehmet, Turgay Ciner, Ali Akbulut, M.Ali Yalçındağ, Ahmet Çalık, Fettah Tamince... Spor camiası da orada. Mesela Avrupa'dan bir yıl men cezası alındığı gün onca meşakkati hiçe sayıp gelmiş Beşiktaş Başkanı Fikret Orman. Fenerbahçe'den pek çok saygın sima. En başta da eski Başkan Vekili Nihat Özdemir. Eski Galatasaray Başkanı Adnan Polat. Neredeyse bütün gazete genel yayın yönetmenleri orada. Enis Berberoğlu, Fatih Altaylı, Eyüp Can, Hasan Karakaya, Akif Beki, İsmail Küçükkaya...
"Bir köşe yazısında bu kadar isim yazılır mı be birader?" demeyin lütfen. Yerim olsa o geceki konukları tek tek burada zikretmek isterim. Zira konukların her birinin değeri başka. En önemlisi de şu: Değişik düşüncelere sahip, değişik kitlelere hitap eden onca farklılık o gün oradaydı. Türkiye sevdası ve Türkçe aşkı, toplumun her kesiminden insanı bir araya getirmişti.
Dünyanın dört bir yanından gelen çocuklar sahnede yerlerini alıyor, bize yepyeni şeyler söylüyordu. Pakistanlı bir genç Ahmet Kaya'nın "Kafama sıkar giderim" şarkısını seslendirirken hepimizin içi cız etti. Olağanüstü şartların nasıl bir insan kıyma makinesi haline geldiğini yüreğimizin tam merkezinde hissediyorduk. Ethem Sancak'ın, Zafer Mutlu'nun ve daha nice davetlinin ne denli etkilendiğini görmemek için gözlerinizi kapatmak zorundaydınız. Azeri bir yavrumuz Nazım Hikmet'ten şiir okuyordu. Gürcü ve Afrikalı çocuklar Karadeniz folklorundan harika bir gösteri sunuyordu. Türkmen bir çocuk sahnede Beyaz'la laf yarıştırıyordu. Bir ara Beyaz, "Sen beni tanıyor musun?" diye takılınca Türkmen delikanlı, "Gözüm bir yerden ısırıyor" gibi bir şey söyledi. Çocuklar Türkçeye o kadar hâkim, lisana o kadar vâkıftı ki; bizim günlük hayatta kullandığımız yabancı kelimeleri eleştiriyor, bizi dil hassasiyetine davet ediyorlardı.
Bize bu mutluluğu yaşatan insanları aradı gözlerim. Yoktular! Görünmek, alkışlanmak, takdir edilmek gibi şeylerden kaçıyorlardı aşikâr. Hüzünlü gurbetin acısı yürekleri yakıp kavuruyordu bu yüzden. Takdir ve tebriği en çok hak eden, en uzak mesafeden seyrediyordu yaşananları. "Bari bu aslanlara emek veren öğretmenleri bulayım" dedim. Onlar da yoktu sahnede. Perde gerisinde durmayı tercih ediyorlardı belli ki. Kim bilir en arka sıralarda herhangi bir davetli gibi oturuyor; Türkçenin bayraklaştığı yavrularına bakıp bakıp ağlıyorlardı.
Türkçe Olimpiyatları'nı dünyanın dört bir köşesindeki Türk okullarıyla görüşerek bu kıvama getiren Türkçe-Der yetkilileri de ortalıkta görünmüyordu. Bir ara Ahmet Gül'ü sahnenin arkasında telaşla oraya buraya koşuştururken gördüm. "Bu adam hep böyle galiba" derken bir arkadaş Dernek Başkanı Doktor Ali Ursavaş'ı ön sıraya zorla oturtuyordu. Doktor Bey sıkıldı, utandı, kaçacak gibiydi. Gönlüne kalsa o da en arka sıralardan izleyecekti çocukları. Ruh buydu, duygu buydu. Hiç kimse bu muhteşem programı "şan olsun" diye yapmıyordu, "namımız yürüsün" diyerek riya girdaplarına girmiyordu.
Aslında herkesin bir derdi vardı: Nicholas'lar bulmak, Nicholas'lara ulaşmak, onlarla gönül bağları inşa etmek. Onlara dil sevdasıyla seslenmek. Hem bir lisan öğretmek herkese hem de gönüllere seslenmek sevgiyle. O çocuklardan, o çocukların ülkelerinden çok şey öğreniyorduk bu arada. Onlar da kendi kültürlerinin güzelliklerini Türkiye'ye tanıtıyordu. Ve anlıyorduk ki "İnsanlık el ele / Bayram o bayram olur" sözü, 10. yılını idrak ettiğimiz Türkçe Olimpiyatları'na çok ama çok yakışıyor. Nice 10 yıllara...
Dünyanın 'sıfır noktası'nda
Malumunuz; Zaman'ın 25. yılı münasebetiyle pek çok program yapılıyor. En önemlisi, dünyaca ünlü 25 fotoğrafçının ortaya koyduğu eserlerin sergilenmesi. O sergi bir süredir Türkiye'yi dolaşıyordu. İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Adana, Erzurum...
Hafta içinde 25. yıl fotoğraf sergimiz Londra'daydı. Önce Lordlar Kamarası'nda bir program gerçekleştirildi. Barones Hussein Meral Ece'nin himayesinde gerçekleşen davete çok sayıda siyasetçi, sanatçı ve akademisyen katıldı. İngiltere Adalet Bakanı, güzel bir konuşma yaparak İngiltere'de yayımlanan UK Weekly Zaman'ı ve Today's Zaman'ı ne kadar yakından takip ettiğini gösterdi. Gerçekten kibar ve dopdolu bir konuşmaydı.
İngiltere Adalet Bakanı Lord McNally güzel konuşur da terazinin öbür kefesi boş kalır mı? Adalet Bakanı'mız Sadullah Ergin onur konuğumuz olarak sırf bu program için Londra'ya gelmişti. O da Zaman'ın ilk yayın hayatına başladığı andan bugünkü haline kadar bir analiz yaptı. Zaman'ın demokrasiye sağladığı katkıyı, hoşgörü ve diyaloğa yüklediği anlamı izah etti.
Hürriyet'ten Metehan Demir, Radikal'den Deniz Zeyrek, Bugün'den Adem Yavuz Arslan, Posta'dan Hakan Çelik, Zaman'dan Mustafa Ünal; Ankara temsilcileri olarak programı teşrif etti. Onları bu güzel etkinlikte yanımızda görmek bize onur verdi. Bir de yurtdışından gelen konuklarımız vardı. Yunanistan'dan yazarımız Herkül Millas gelmişti. Sergide eserleri yer alan fotoğrafçılar, Belçika'dan Michel Vanden Eeckhoudt, İtalya'dan Massimo Mastrorillo ve İngiltere'den George Georgiou aramızdaydı.
Lordlar Kamarası'ndaki programdan sonra Greenwich'e geçtik. Oraya 'dünyanın sıfır noktası' deniyor; zira dünya saatleri bu noktaya göre ayarlanıyor. Dünyanın dört bir yanından gelen 25 ünlü fotoğrafçıdan yapılan seçkiye bakınca, ona dünyanın dört bir yanından yapılan katılımı ekleyince, bir de İngiltere'deki Zaman sevdalılarını görünce insanın kendini sıfırlaması akla gelmiyor değil. Çünkü onca güzel şeylerin vücuda gelmesi onlarca şartın bir araya gelmesine, onlarca insanın o çalışmaya destek vermesine vs. bağlı.
Sergiden bir gün sonra Londra Üniversitesi'ne bağlı Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu'nda (SOAS) bir konuşma yapmam gerekiyordu. Sabah uğradığımız Dialogue Society Vakfı'ndan bir hayli istifade ettikten sonra konuşmacı olarak bir yere gidip bir şeyler söylemek insanın ruhuna ağır geliyor. Çilesini çekenler, emeğini verenler, sancısına katlananlar dururken "konuşmacı" sıfatıyla kürsüye çıkmak hiç de kolay olmuyor.
Neyse ki Üniversite'de bize tahsis edilen salonu çok harika bir topluluk doldurmuştu. Utana sıkıla geldiğiniz bir yerde bu kadar donanımlı ve bir o kadar da hazırlıklı bir kitle bulunca sıfır noktası, sizin için bitiş noktası değil; bir başlangıç noktası haline geliveriyor. Çoğunluğu gençler ve akademisyenlerden oluşan kitleyi görmek, onların sorularına muhatap olmak, olabildiğince cevap vermeye çalışmak orada bulunan herkese bir umut aşıladı sanırım. Program bittiğinde "Time in Turkey" sergisinin ikinci durağı, üçüncü durağı soruluyordu bize. Ya nasip...
(Zaman gazetesinden alınmıştır)