Sevgili okurlar; iktidar partisine neredeyse 10 yıldır destek veren, ama fikren de maddeten de asla AKP’li olmayan çevrelerin son zamanlardaki eleştirileri şaşkınlık yaratıyor. Tabii AKP’nin bu şaşkınlığı üzerinden çabuk attığına ve anında harekete geçerek oluşan yeni muhalefeti susturduğuna da tanık oluyoruz. Önümüzdeki günlerde “yandaş eleştirmenlerin” tasfiyesinde bir hızlanma görebiliriz.

Ankaralılaşmak

Bugüne kadar yandaş, yandaşlıklarını “AKP ile ilgimiz yok ama çok önemli demokratik adımlar atıyorlar, darbeler dönemini, askeri vesayeti bitiriyorlar” diye savunuyorlardı. Şimdi ise “AKP de Ankaralılaştı. Devlet oldular. Eski yönetimlerden bir farkları kalmadı. Demokrasiyi ve hukuku sadece kendi görüşlerini gündeme getirmek için savunuyorlar” diyorlar. Kafaları hayli karışık yani.

Hiç dinlemediler ki

Yıllarca özellikle bu sözde liberal, ama özünde faşist görüşler taşıyan çevreleri uyarmaya çalıştım. Demokrasinin lafla olmayacağını, ülkenin aydınlarını, gazetecilerini, akademisyenlerini ve kimi askerlerini hapse atmanın demokrasi ve hukukla ilgisi olmadığını, darbelerin mantığını bilmeden darbeleri önlemenin mümkün olmadığını anlattım. İktidarın intikamcı bir tutum içinde olduğunu söyledim.

Oysa farklı değillerdi

AKP 2002 yılında hiç beklemediği bir seçim zaferi kazandı. Sistemin azizliğinden yararlanarak yüzde 33 oyuna rağmen Meclis’te yüzde 65’lik bir güç sağladı. Bu AKP adına hem sevindirici ama bir o kadar da ürkütücü zaferdi. Sorun “iktidar olduk ama muktedir olabilecek miyiz” sorusunda kilitliydi. İktidar daha o tarihte “Ankaralı” olduğunu gösterdi. Mevcut sisteme dokunmayacağını açıkladı.

2007’ye kadar idare

Daha önceleri de yazdığım için uzatmak istemiyorum. İktidar döneminin ilk dört yılını idare ile geçirdi. Ekonomiye hiç dokunmadı. Dünya global sisteminin ağababalarının dikte ettirdiklerini aynen uyguladı. Türkiye’yi bir tüketim cenneti haline getirdi. Tüm halkı gelecek üç dört yılını ipotek altına alacak şekilde borçlandırdı. Karşılığında kendisine dokunulmadı, Türkiye’ye para yağdırıldı.

Dönüm noktası 2007

İktidarın ilk büyük sınavı Cumhurbaşkanlığı seçimleriydi. Bir adım attılar, tepkiyi görünce çaresiz kaldılar. “Hiç olmazsa sistemi hançerleyelim” diyerek Cumhurbaşkanlığı seçiminin halk tarafından yapılmasını sağlayan Anayasa değişikliğini gerçekleştirdiler. Yeniden tek başına iktidar olma umutları yoktu, “Bizden sonra tufan olsun bari” dediler. Ama umulmadık bir şey oldu ve yine kazandılar.

Muhtıramsı şey

O dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın anlamsız muhtıramsı yazısı havayı değiştirdi. Dış güçlerin iradesi dâhilinde askerin hiçbir şey yapamayacağını bilen ve zaten seçimlere gittikleri için “kaybedecek bir şeyi olmayan” iktidar o muhtıramsı şeye direndi, karşı çıktı. Bunun armağanını da seçimlerde tekrar tek başına iktidar olarak aldı. Batı dünyası da buna sevindi. AKP’nin önü açılmıştı artık.

Ve kapatma davası

Seçimden hemen sonra AKP Cumhurbaşkanı’nı istediği biçimde seçti. İktidar sarhoşuydu, ama aklına hiç gelmeyen bir şey gerçekleşti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı AKP için kapatma davası açtı. Bu bir şoktu. Kararın verilmesinden iki gün öncesine kadar kapatma kararı çıkacağı biliniyordu. Son anda Amerika devreye girdi, öncelikle asker ikna edildi ve “AKP’yi kapatmama” kararı verildi.

Düğmeye o an basıldı

İşte Cumhuriyet tarihinin en önemli kararının başlatılması düğmesine de o anda basıldı. AKP kurmayları bu badirenin de atlatılmasından sonra “Devletin güdümünde iktidar değil, devletin kendisi olan bir iktidar olmalıyız” görüşünü hayata geçirmeye başladı. Artık herkesle iyi geçinen değil, her şeye sahip olan bir iktidar dönemi başlamalıydı. AKP en büyük taarruzuna başlamıştı.

Derin devlet kavramı

Son yıllarda bilgili bilgisiz herkesin ağzına sakız olan “derin devlet” iktidarların, devletin diğer birimleriyle ortaklaşa yürüttükleri, ülke çıkarları için gerektiğinde rutin dışına çıkılmasına izin verildiği bir sistemdir aslında. AKP’ye kadar her iktidar derin devletin sahibi olarak devletin diğer unsurlarıyla en azından ortak çıkarlarda buluşmasını bilmişlerdi. AKP’nin başaramadığı buydu.

Derin devlette herkes var

Derin devlet iktidarın başını çektiği bir yapı olduğu için gerektiğinde devletin ve hatta kamunun her birimi bunun içinde yer alır, görevlendirilir. Öyle ki çoğu zaman kurum ve kişiler neye hizmet ettiklerini bile bilemezler. AKP’nin sorunu ise, bu yapıyla uyum sağlayamamasıydı. Her iktidar derin devleti yönetebilmişti o zamana kadar, ama sıra AKP’ye gelince ayak diremeler, engellemeler olabiliyordu.

Engelleri ortadan kaldırmak

O halde bu engeller kaldırılmalıydı. Ama engeller kalkınca bu kez devlet yapısı yok oluyordu. Çözüm tüm devlet sisteminin ve kamunun ilgili birimlerinin AKP’lileştirilmesinden geçiyordu. İktidarın ilk döneminde dış çemberden başlanmıştı işe, sivil bürokrasi, iş dünyası ve medya kontrol altına alınmıştı. Devletteki ilk hedef üniversitelerdi. YÖK ele geçirildi, o eleştirilen YÖK gitti yerine iktidarın YÖK’ü geldi.

Ergenekon operasyonu

Derin devlette tam hâkimiyet operasyonunun en önemli adımı Ergenekon davası ile başlatıldı. Artık bilinen bir gerçekti ki, Silahlı Kuvvetler’in konjonktürel olarak darbe yapması asla mümkün değil. O halde istenildiği gibi yıpratılabilirdi. Davalar birbirini izledi, asker aşağılandı, hakarete uğratıldı, zaten olmayan gücü halk nezdinde de aşağı çekildi. Operasyonlar demokrasi olarak yutturuldu milyonlara.

Asla kapatılmamak

AKP’nin en büyük korkusu bir kez daha kapatılma riski ile karşı karşıya kalmaktı. Askerin yerle bir edilmesinden sonra sıra yargıya geldi. Anayasa Mahkemesi’nin yapısı tamamen değiştirildi ve yeni üyeler sayesinde bir daha AKP’nin asla kapatılamayacağı güvencesi alındı. Eş zamanlı olarak yargının tamamı HSYK’nın yeni yapısıyla ele geçirildi. Türkiye artık AKP için dikensiz gül bahçesine dönüşmüştü.

Derin devletin sahibi

Sonuç olarak, AKP uyum sağlayamadığı için hâkim olamadığı derin devlet yapısının yeni sahibi oldu. Buna inandığı andan itibaren de tıpkı eski yönetimler gibi, sözde liberallerin “Ankaralılaşmak” dediği yapıya kesin dönüş yaptı. Bir tür sivil diktatörlük devletin yeni ideolojisi haline geldi. Korku toplumun her kesiminin iliklerine kadar işledi. Kuvvetler ayrılığı tamamen bitti, yerini “tek otorite” aldı.

Uludere’de duvara toslama

Devlete ve derin devlete hâkim olan iktidar ilk kez Uludere’de duvara tosladı. Artık vesayet kalmadığı, suçlanacak kurum bırakılmadığı için 34 sivil vatandaşımızın uçaklarla bombalanması iktidarın elinde kaldı. Daha önce binbir türlü suçlamalarla topu başkalarına atabilen iktidar şimdi kucağındaki bombayla ne yapacağını bilemez halde. Çünkü artık kendisinden başka karar verecek hiçbir kurum yok.

Yargıya havale masalı

Uludere’den sonra iktidarın düştüğü duruma bir bakın. Biraz zaman kazanmak için yargıyı devreye soktular. Oysa iktidar ve devletin ilgili tüm birimleri baştan sona ne olup bittiğini biliyor. Bu nedenle yargıya havale sadece ve sadece süreci uzatmak ve kazanılan zamanda bahaneler bulmak anlamına gelir. Yargı bu olayda neyi çözecek, anlayan var mı? Sanki başta Genelkurmay, ne olduğunu hiç bilmiyor.

Bir türlü cevaplayamıyorlar

İşte bu nedenle iktidar Uludere ile ilgili hiçbir soruyu cevaplamıyor. Herkese cevap yetiştiren Başbakan BDP’nin “O gece bombalama emrini siz mi verdiniz?” sorusuna bile cevap vermek için Hüseyin Çelik’i görevlendiriyor. Çelik Başbakan adına yalanlama yapıyor, ama herkesi ikna edip edemediği başlı başına bir sorun. İstihbaratın nereden geldiği ise “devlet sırrı” gibi bir muamma. Devlet bunu da mı bilmiyor?

Amerika’nın tavrı

Uludere konusunda en ilginç tavır Amerika’dan geldi. Başbakan’ın bir yıl önce “Acemi büyükelçi” diye alay ettiği ABD Büyükelçisi bu kez Başbakan’la alay eder gibi “Biz Uludere’de hedef göstermedik, biz yokuz” diyor. MİT, Genelkurmay, polis ve Amerika istihbarat vermediğine göre o gece kim istihbarat verdi? İsrail mi? İşte derin devleti yönetmek böyle bir şey. Yakalandığınız an hapı yutarsınız.

Hepinize iyi haftalar dilerim.

(VATAN)