Geçen haftayı, bir dizi haber ve röportaj yapmak üzere davetli olarak gittiğim ABD'de geçirdim. Ben tam da Türkiye'den ayrılmaya hazırlanırken yavaş yavaş kıvamını bulmaya başlayan o mâlûm tartışma, yani İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Görev ve Çalışma Yönetmeliği'ndeki değişiklikler karşısında yapılan cazgırlıklar, Yeni Dünya'dan izleyebildiğim kadarıyla hafta boyunca iyice alevlendi. Hattâ, giderayak Habertürk gibi bazı televizyon kanallarından arayarak, bu konudaki tartışma programlarına falan katılmamı istediler. Aslında söyleyecek çok sözüm olmasına rağmen, zaman darlığından dolayı reddetmek durumunda kaldım bu tür meslektaş taleplerini...
Bir kere, lafı hiç uzatıp dolandırmadan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve kurmaylarına en samimi sevgi, saygı ve şükranlarımı sunmak istiyorum. Bilesiniz ki, bir vatandaş, bir gazeteci ve bir sanatsever olarak size minnettarım Sayın Başkan... Dahası, son iki haftadır aleyhinizde yapılan onca tantana karşısında bir milim bile geri adım atmayarak, tiyatro yönetmeliği hakkındaki bütün kararlarınızı soğukkanlılıkla uygulamaya koymuş olmanızdan dolayı şahsınıza yönelik hayranlığım birkaç kat daha artmış durumda...
Ne yalan söyleyeyim, ABD'ye giderken kalbimde "Acaba, Başkan Topbaş geleneksel ulusalcı kesim çığırmalarından etkilenip, bu hayırlı girişiminden geriye döner mi?" şeklinde yoğun bir korku da vardı. Fakat, ilerleyen günlerde gördüm ki İBB yönetiminin kuru gürültüye pabuç bırakmaya hiç mi hiç niyeti yok.
Bu operasyon, Türkiye'yi, kültürüyle, sanatıyla, politikasıyla, ekonomisiyle ta 1839-Tanzimat Fermanı'ndan beri 170 küsur yıldır her alanda esir etmiş olan "Jakobenizm"e, kendisini ülkenin yegâne egemeni (egemen ne kelime, çiftlik ağası!) olarak gören bu küstah kesimin özellikle canını dişine takarak bütün varlığıyla koruduğu stratejik bir alan konumundaki "sanat" cephesine verilmiş esaslı bir ayardır. Ve hiç kuşkusuz ki gelecekte ülkemizin tarihini objektif bir bakış açısıyla yazacak kitaplarda, tıpkı bir dönem iyice dejenere olmuş Yeniçeriler'in bertaraf edilmesi gibi, ikinci bir "Vak'ayi Hayriyye" olarak anılacaktır.
Soft porno dergilerin editörlüğünden -medya piyasasındaki politik "kanka transferleri" sayesinde- bir günde sinema yazarlığına atlayan, çalıştığı gazetelerde sokak çocuğu üslûbuyla inanç ve aile düşmanı sinema yazıları çiziktirip sonra da kendisi henüz baldır bacaklar üzerindeki lekelerin rötuşlarıyla uğraşırken sinema yazmakta olan bizim gibi adamları beğenmeyen kimi "yağlı kafa"ların küstahça gevelenmelerinden başlayıp, "Bu kararla Şehir Tiyatroları bitirilmiştir" diye orada burada ağlaşanlara kadar uzanan oldukça geniş bir yelpazede, Türkiye'nin halen çözüm bekleyen en köklü egemenlik meselesidir kültür-sanat alanındaki bu azgın jakobenizm, kendinden başkasına asla hayat hakkı tanımama refleksi...
Anlaşılan o ki, jakobenist küstahlığın iş dünyası, politika ve ordu cephesindeki elebaşlarına teker teker ayar çeken Hükûmet ve onun yerel yönetimlerdeki çalışkan, üretken temsilcileri için, sıra artık kültür-sanat dünyasını "babalarının çiftliği" olarak görenleri hizaya getirmeye gelmiştir. Çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir Türk medyasında görev yapıp aynı süre boyunca dinsel inançlarından, sahip çıkmaya çalıştığı değerlerden dolayı aralıksız aşağılanmış, anasından emdiği süt burnundan getirilmiş bir adam olarak, ömür maçımın en azından ikinci yarısında takımımdan böylesine ustalıklı bir oyun performansı izliyor olmaktan dolayı ne denli keyif aldığımı tahmin bile edemezsiniz.
Lafları dolandırarak, süsleyerek satmayı da aslında gayet iyi bilirim; fakat şimdiye kadar böylesine canımı yakmış hassas konularda ise bunu yapmayı hiç sevmem. O yüzden, benim de uzun yıllardır yıpratıcı bir varlık mücadelesi verdiğim kültür-sanat piyasasında olup bitenleri, alabildiğine berrak, ilkokul öğrencilerinin bile kolayca anlayabileceği bir üslûpta dile getireceğim sizlere...
Ülkemizde son on yıldır dindar-muhafazakâr düşünce iktidardadır. Olanca başarılı politik ve ekonomik performansıyla... Türkiye'nin son 150 yıldaki hükümranları (ki onların kimler olduğunu hepimiz çok iyi bilmekteyiz), iktidarın 2002'de el değiştirmesinden dolayı ilk aşamada tek kelimeyle dehşet içinde kalmışlardı. Fakat, aradan geçen zaman zarfında Ak Parti'nin onların en fantastik hayâllerini bile zorlayacak türden bir yönetim başarısı ortaya koymasıyla birlikte, anılan kesim sinsice tavır değiştirdi ve giderek şu istikamette düşünmeye başladı:
"Bu çarıklı çobanlar gerçi bir miktar gerici merici, fakat çok da iyi çalışıyorlar. Aynı süreçte bizim o fosilleşmiş CHP'miz iktidara gelse bunların başardıklarının milyonda birini bile başaramazdı. O yüzden bir süre daha hegemonyamıza hizmet etsinler; ekonomiyi, anayasayı, ordunun sivil irade üzerindeki vesayetini, kentlerin çürümüş altyapısını falan şöyle iyice bir düzeltsinler. Fakat, kültür-sanat gibi, reklâmcılık gibi, medya gibi, öteden beri bizim elimizde olan stratejik sektörlerde bunları asla oyun alanına sokmayalım. Dibe vurmuşken devralınıp şimdilerde dünyanın lider ülkeleri arasına giren Türkiye'de işler tam olarak düzelene kadar namaz mamaz kılan, Ramazan'da oruç tutup ağızları kokan bu tür ilkel tiplere belli ölçüde tahammül edelim. Bizlere kültürel hayata ilişkin yeni ve demokratik yasalar hazırlasınlar, modern tiyatro, konser, sergi salonları inşâ etsinler, ideolojik propagandalarımızı daha bir keyifle yapacağımız gıcır gıcır tesisler açsınlar, sonra da günü gelince bunların kıçına tekmeyi vurur, hepsini politik arenadan bir güzel şutlarız. Hattâ, mümkün olursa bir darbe yaptırıp elebaşlarını astırabiliriz de... Böylelikle, bunların 10-15 yıl boyunca gerçekleştirdiği bütün olumlu icraatlar bize kâr kalır."
Mevcudu kafa sayısı olarak son derece az, fakat sahip oldukları mâlî, teknik, lojistik imkânlar ve çığırtkanlıklarının "desibel"i itibarıyla ziyadesiyle kudretli durumdaki jakobenistlerin, ülkemizin başat insan malzemesini oluşturan, nüfusun ezici çoğunluğu konumundaki milliyetçi-muhafazakâr çizgide halk topluluklarına bakış açısı, ne bir eksik ne bir fazla, tam olarak budur: Evlerinin önlerini süpürüp onlara aralıksız hizmet edecek sessiz sakin köleler... Eh, "efendi" konumundaysanız, kölelerden de azâmî verimi elde etmek, fakat onlara asla ödün vermemek gerekir!
İşte, bu yüzdendir ki Ak Parti'li yerel yönetimler tarafından İstanbul-Beyoğlu'na onca güzellik ve artı değer kazandırıldıktan sonra sıra her gün en az 2 milyon insanın dolandığı İstiklâl Caddesi civarına orta boy bir cami açmaya gelince kızılca kıyametleri kopartıyorlar. Sonra da dönüp, içinde bin 500 izleyici koltuğuna karşılık topu topu iki adet tuvaleti bulunan, 80 yıl önce alelâde bir iş hanı olarak inşâ edilmiş, hiçbir tarihî değere sahip bulunmayan, günümüzde de her tarafı çürümüş ve sapır sapır dökülen Emek Sineması'na ise resmen "Ayasofya" muamelesi çekiyorlar!
O sinema ki bunların gazıyla yeniden açılıp İstanbul'da yaşanacak ilk depremde milletin üzerine patır patır çöktüğünde, bunun hem hukukî, hem ahlakî, hem de vicdanî vebâlini ödemeye mahkûm edilecek olan baş sorumlu yine yerel yönetim olacaktır!
İstanbul'da yaşayan herkesin çok iyi bildiği üzere, Beyoğlu, Nişantaşı, Etiler, Levent, Kadıköy, Beşiktaş gibi bazı ilçe ve semtler bu kesimlerin "kurtarılmış bölgeler"idir, öncelikli yaşam alanlarıdır. Oralarda (hadi, geçmişte bir biçimde yapılmış olanlara iyi kötü tahammül edebilirler de) dinî ve geleneği temsil etme potansiyeli taşıyan hiçbir çağdaş yapılaşmaya zerrece tahammülleri yoktur. O yüzden, böyle bir potansiyeli simgeleyen her çeşit yeni proje ve yatırımın önünde de canlarıyla, kanlarıyla, mallarıyla, yanı sıra medyalarıyla barikat kurarlar.
Kendilerini Türkiye'nin tek ve değişmez sahibi olarak görmeye iyiden iyiye alışmış durumdaki muhataplarımızın bu sarsılmaz direnci karşısında, bizim de muhafazakârlar olarak temel görevimiz, onlara aralıksız şekilde görkemli ziyafet sofraları hazırlayıp, sonrasında ise -vaktiyle ABD'nin ırkçı Güney eyaletlerinde yaşamış itaatkâr siyahî köleler gibi- efendimizin malikanesindeki devâsâ bahçenin ta öteki ucuna kondurulmuş derme çatma "Tom Amca Kulübesi"ne çekilip oradaki tahta ranzalarımızda uslu uslu uyumaktır. Bizler, gün boyu koşuşturmaktan sızlayan kemiklerimizin ağrıları eşliğinde uyumaya çabalarken, toprağın lordları da kendi soylu dostlarıyla, ideolojik yoldaşlarıyla keyif kahkaları atarak o sofradaki binbir türlü yemekten ziftleneceklerdir. Velev ki kendi hazırladığımız yemeklerin bir lokmasından canımız çeker de kaşla göz arasında o bir lokmayı ağzımıza atmaya kalkışırsak, böyle durumlarda cezamız ya kırbaç ya da elimizin kırılmasıdır.
Çünkü, dediğim gibi, ideal bir kölenin hayattaki tek varlık amacı "efendisine hizmet"tir. O kendisi için hiçbir şey talep edemez. Talebi de geçtim, bunu hayâl dahi edemez.
Buna karşılık, Ak Parti'nin lideri ve bu politik hareketin yönetsel yapısını oluşturan kadrolar, günümüzde artık neredeyse yüzde 60'lara dayanmış durumdaki müthiş oy gücünün, yanı sıra ulusal ve uluslararası alanda elde edilmiş yüksek saygınlığın da etkisiyle, ateş olsa ancak cürmü kadar yer yakabilecek böylesi ceza kesicilerin tafralarına boyun eğecek bir acziyet içinde değiller... Tam aksine, üçüncü iktidar döneminde "patron"un kim olduğunun altını daha kalın çizgilerle çizen bir yaklaşım içinde Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşları...
Sorun şu ki kültür-sanat alanında kurulmak istenen "halk egemenliği", politik, ekonomik, medyatik ve hattâ militarik alandaki egemenlik çabalarından bile daha zorlu, hani deyim yerindeyse "kıran kırana" bir mücadeleyi gerektirmekteydi; o yüzden de bu mücadele geride kalan yıllar içinde diğer acil sorunlara öncelik tanınarak sürekli ertelendi.
Şimdi artık sıra, bu konuda da bir "dengeleme" yapmaya gelmiştir. Çıkartılan bunca patırtının nedeni ise karşı taraftakilerin durumun en üst düzeyde farkında olmasıdır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin (eskiden içinde doğru düzgün makyaj yapılabilecek yeterli oda bile bulunmaz, hafif bir yağmurda tavanları akar ve her köşesinde fareler cirit atarken) yeniden yapımına milyonlarca dolar döktüğü, her köşesini sanata ve sanatçıya yaraşır bir kaliteye eriştirdiği, bu rekreasyon süreci boyunca da jakobenlerden bir tek "Allah sizden razı olsun" sözü duymak bir yana, kapısının önünde sürekli pankartlarla protesto yaptıkları Harbiye-Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nda bundan böyle Bertolt Brecht, Aziz Nesin, Necati Cumalı'nın yanı sıra, Necip Fazıl ve Peyami Safa gibi dinî duyarlılıkları yüksek ustaların kaleminden çıkma klasik oyunlar da sahnelenecektir. Hem Muhsin Ertuğrul'da, hem de yapımına, onarımına ve işletmesine her yıl küçük bir kentin yıllık toplam yatırım bütçesi kadar para harcanan diğer belediye sahnelerinde...
Sürekli tekrarladığım üzere, "Ey kara cahil, gerici çobanlar, siz bize gerekli parayı ve tesisi verin, her türlü ihtiyacımızı fazla fazla karşılayın, fakat bundan gerisine de karışmayın!" mantığına öyle bir fena alışmışlar ki, egemenlik alanlarına ilişkin en küçük bir müdahalede bile çılgına dönüyorlar. Sözgelimi, sevgili Yücel Çakmaklı ustanın 2009 yılı yaz aylarında vefât edişinin hemen ertesinde, 2010 ilkbaharında düzenlenen Altın Lale Film Festivali sırasında bir önceki yıl yitirdiğimiz bütün sinemacıların anısına birer film gösterdiler, fakat Çakmaklı'yı bilinçli olarak atladılar. Halbuki, bütün tepe yönetimi Çakmaklı'nın filmleriyle büyümüş, ideolojik yönelimine bu maneviyatçı hikâyelerle motive olmuş İBB yönetimi de onlara her yıl eşek yüküyle para aktarıyor.
Aynı şekilde, biraz araştırınca öğrendim ki, değerli dostum İhsan Kabil'in ve benim -kendisini kimin hakiki sinema yazarı olduğu, kimin ise olmadığı sorunsalını çözmeye adamış- "yağlı kafa"dan ucuz eleştiriler dinlememize vesile olan eşcinsel filmler festivali "!F", Kültür Bakanlığı'ndan her yıl 300-400 bin lira naktî yardım alıyormuş. Bu tür festivalleri büyük bir hırsla savunan tiplere sorarsanız, o para halktan geliyor, o yüzden, "!F" gibi oluşumların her türlü yardıma fazlasıyla hakkı vardır. Hem zaten, Türk toplumu da silme "sosyalist kimlikli" insanlardan oluşur. Ne de olsa biz gericiler vergi falan ödemiyoruz, bir tek onlar ödüyor!
Bu arada, benim gibiler ise 2008 yılından bu yana, "İçinden İstanbul Geçen filmler" adlı, içeriğinde bir adet sergi, bir adet film festivali ve bir adet de Türkçe-İngilizce kitap bulunan (20 yıllık araştırma ve emeğin ürünü) bir proje için bu ülkede çalmadık kapı bırakmaz, fakat ne devletten ne de özel sektörden bir tek sponsor bile bulamaz. Aradığımız paranın miktarı ne midir? "!F"'in her yıl Bakanlık'tan tıkır tıkır aldığının en fazla yarısı!
Velhasıl, şükürler olsun ki diğer cephelerdeki mücadeleler artık hemen hemen bitti ve şimdi sıra bizim en vahşi arenamıza, yani "sanat"a geldi.
Hükûmet'ten ve Ak Parti'li yerel yönetimlerden yegâne ricam şudur:
Allah aşkına, Peygamber aşkına, Kitap aşkına, jakobenizmi yerle yeksan edecek bu tür hayırlı girişimlerde bulunduğunuzda, tanık olacağınız abartılı cazgırlıklar, haddi aşan çirkeflikler karşısında sakın ola geri adım atmayın. Cazgırlık, çok eski bir jakobenist geleneğidir. Bunların içleri aslında bomboş, hepsi birer maket kişilik; dahası ellerindeki en ağır silahları da yine bizim bilinçaltı korkularımız... İnançlı insanlar olarak, son 150 yıl boyunca tepemize basa basa özenle oluşturdukları aşağılık komplekslerimizi gayet iyi biliyor ve bu yüzden de habire -cılk yara durumundaki- o hassas bölgelere vuruyorlar.
Ancak, hiç merak etmeyin ki sizler dirayetli davrandıkça önce bir süre bağıracak çağıracak, sonra da susacaklardır.
* * *
Yandaki fotoğrafın, köşe yazımda ele aldığım konuyla herhangi bir ilgisi yok. Hoş zaten, tanımlamaya çalıştığım "cerahatli yapı"ya öyle her şeyi tek kareye sıkıştırmayı başarmış bir görsel malzeme bulabilmek de pek mümkün değil. Kültür-sanat arenasında uzun yıllardır derin bir azap içinde izlediğim bu manzara, sinema sayfamıza ancak Türkiye'nin son 150 yılını özetleyen bir çok ibretlik fotoğraf yan yana konularak göz önünde canlandırılabilir. Ona da benim yeterli alanım yok doğrusu...
Yandaki kare üzerinden, siz değerli okurlarımla 27 yıllık meslek hayatımın en güzel anlarından birini paylaşmak istedim. Geçen haftanın ortalarında New York'ta, başta ünlü yönetmen Sidney Lumet'in 1973 tarihli polisiye sinema klasiği "Serpico" olmak üzere, ibretlik hayat hikâyesi Al Pacino'lu filmlere, dizilere, gazetecilik kitaplarına konu olan Amerikalı efsanevî Narkotik Şube dedektifi Frank "Paco" Serpico ile tanıştım. Uzun yıllardır New York'un taşrasındaki bir kasabada münzevî hayatı yaşayan ve kent merkezine pek fazla inmeyen Serpico, 7 yıl önce telefonla başlayan tanışıklığımızın (yanı sıra da kendisiyle ilgili olarak hazırladığım, o dönemde Yeni Şafak'ta 5 gün boyunca yayımlanıp büyük ilgi gören dizi röportajımın) hatırına bu fakiri kırmadı, ABD ziyaretimde bana yarım gününü ayırarak uzun uzadıya bütün sorularımı yanıtladı.
Uluslararası Polis Birliği IPA'nın Türkiye Şubesi, gerek aktif görev dönemi gerekse sonrasında verdiği ahlâkî mücadeleyle polis adaylarına ve her rütbeden güvenlik bürokratlarına mükemmel bir örnek teşkil eden bu onur simgesi güzel adama ilişkin biyografik kitabımı yaz aylarında basarak, Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesindeki memurlara "eğitici yayın" olarak ücretsiz dağıtacak.
Türkiye'de silahlı gücü elinde bulunduranların demokratikleştirilmesi çabalarına, meslekî, entelektüel ve ahlâkî kalkınmalarına böyle bir yayınla ben de bir tarafından destek verebildiğim için mutluyum, gururluyum.
(Yeni Şafak gazetesinden alınmıştır)