'Ben Türk ordusunun 26. Genelkurmay Başkanı'yım.' Yani? Yani bu öyle bir unvan ki biz faniler ile İlker Başbuğ'u ayırıyor.
Pardon ama Başbuğ’un tutuklanmasında neye şaşırıyoruz? Böyle olacağı daha iki yıl öncesinden belli değil miydi? Bakın, iki yıl önce İlker Başbuğ’un o en kudretli günlerinde dipnot.tv’ye ne yazmıştım:
“Benim buradan İlker Başbuğ’a bir önerim var. İlker Başbuğ eğer gerçekten bu sızdırma, yıpratma kavgasını kaybetmek istemiyorsa, Türk ordusunun daha fazla yıpratılmasını istemiyorsa bugüne kadar yaptığının tam tersini yapsın. Elini kaldırıp, sesini yükseltip, kendinden emin sert açıklamalar yapıp kapıları kapatacağına gelsin bu sefer sakin bir ses tonunda Türk ordusunda müthiş bir şeffaflaşmaya gideceğini açıklasın. Üstelik bunu kendisinin de değil bir Meclis Araştırma Komisyonu kurularak yapılmasını istesin. Askeri sırlar hariç ordunun kapılarını demokratik teamüle ardına kadar açsın. Şu andaki asimetrik savaşı kazanmasının tek yolu ordunun şeffaflaşmasıdır. Bu yüzden Sayın Başbuğ dolduruşa gelmeden önce gelin bir de bu öneriyi düşünün.” (25 Ocak 2009-dipnot.tv)
Daha bu yazının mürekkebi kurumadan geçen senenin ağustos ayında bu yazıyı hatırlatmış ve Radikal’deki bu köşede durumun vahametine dikkat çekmiştim. Okuyalım:
“Aradan geçti bir buçuk yıl. İlker Başbuğ ben bu satırları yazdığım dönemde hâlâ aynı ulusalcı zevattan akıl almakla meşguldü. Bu kafa hem kendini yaktı, hem Işık Koşaner’in geleceğini harcadı. Şimdi top yeni Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in ayağında. Gördüğümüz kadarı ile aynı yanlış bakış açısı ve kötü alışkanlıklar devam ediyor. Bu kafayla giderlerse bırakın silah arkadaşlarını Hasdal Cezaevi’nden kurtarmayı, eğer kısa bir süre sonra bu işlere bulaşanların tamamı aynı hücreleri paylaşmazsa şanstır. Bakalım o zaman kendilerini kurtarmaya çabalayacak kimseyi bile dışarıda bulabilecekler mi? Yazın bir kenara.” (23 Ağustos 2011-Radikal)
Bilmem yazmış mıydınız bir kenara... Ben yazmışım, hatırlatmak istedim. Bize üniversitede siyaset bilimi derslerinde ilk olarak “İktidar insanı bozar. Mutlak iktidar insanı mutlaka bozar” sözü öğretilmişti. İsterseniz buna bir de “İktidar insanı kör eder” sözünü ekleyelim. Önceki gün İlker Başbuğ 8 saat süren sorgusunda ve tutuklandıktan sonra cezaevine giderken hep aynı cümleyi tekrar ediyordu: “Ben Türk ordusunun 26. Genelkurmay Başkanı’yım.” Yani? Yani bu öyle bir unvan ki biz faniler ile İlker Başbuğ’u ayırıyor. Yargılanmaz, hatta dokunulmaz kılıyor. Farkında mısınız, bugün hiç kimse İlker Başbuğ’un bu siteler ile ilişkisini inkâr etmiyor. Avukatları bile yaptıkları açıklamalarda yargılamanın içeriğinden çok, nerede yapılacağını tartışıyor. Ne kadar üzücü. Ne kadar vahim bir durum.
* Çalıştıkları gazeteden ayrılan gazetecilerin arkasından ‘kovuldu’ diye tencere çalmak, sevinmek, alaya almak, belaltından vurmak, (aralarında bana haksız yere çok kötülük yapanlar olsa bile) bana göre değil. Diğer gazetecilerin, bir gazetecinin işsiz kalmasından böylesine sevinç duymasını ise sadece aklım değil kalbim de almıyor!
* Gelelim Odatv davasına... Sanırım son yıllarda hiçbir savcı Odatv davasındaki savunmalar kadar zorlanmamıştır. Nasıl zorlanmasın, yargılananlar arasında Türkiye’nin en iyi araştırma kitaplarını yazanlar var. Bu da yetmezmiş gibi Emniyet Teşkilatı’nda bu tür dava soruşturmalarını (bir zamanlar) yürüten Hanefi Avcı gibi bir isim var. Nitekim savunmalara baktığımızda her birinin ayrı ayrı iddianameyi didik didik ettiğini gördük. Kimi zaman bir araştırmacı-gazeteci titizliği, kimi zaman bir polis dikkati, kimi zaman bir düşünce suçlusu hassasiyeti ile savunmalarını yaptılar. Avukatlara en az sözün düştüğü dava bu dava diyebiliriz. Böylesine net ve sağlam savunmalar karşısında hâkimlerin ‘tutuklulukların devamı’ ara kararı karşısında sadece vicdanen değil hukuki olarak da rahatsızlık doğacaktır.
* Ünleri, yaptıkları işin fersah fersah önünde giden kadınların dergilerde basılan fotoğraflarını saymak gibi bir hobi oluştu bende! Mesela bir süredir Bebek’te bir kafesi olduğunu bildiğimiz Ayşe Kucuroğlu fotoğraflarını sayıyorum. Dergi başına en az 10 fotoğraf düşüyor. ‘Ayşe Kucuroğlu partide’, ‘Ayşe Kucuroğlu çocuklarıyla’, ‘Ayşe Kucuroğlu evde’ şeklinde ayrı ayrı haberlere konu olabiliyor. Dün Sabah gazetesi benim bu hobimden yola çıkıp kendisi ile bir röportaj yapmış. Baktım, sadece 5 adet fotoğrafını basmışlar (Haksızlık ama!). Röportajın son sorusu benim bu yeni hobim hakkında Ayşe Kucuroğlu’nun ne düşündüğüne ilişkin olmuş. Ayşe Hanım medeni bir insan, ‘bana kızmadığını’ söylemiş. Zaten ben de kızdırmak için değil hobi olarak fotoğrafları sayıyordum, sevindim. ‘Sayıyordum’ diyorum zira yakında Ayşe Kucuroğlu fotoğrafları yerine Karolin Fişekçi fotoğraflarını saymaya geçebilirim. “Karolin Fişekçi de kim?” diyebilirsiniz. O kendisini ‘dünyanın en çok arzu edilen kişisi’ olarak tanımlıyor. Biz kendisini Orhan Pamuk’un ressam sevgilisi olarak tanıdık. Fişekçi Hanım da şöhretin tadını aldı, keyfini çıkartıyor. Her gün bir vesileyle gazetelerde. Bakalım bugün hangi gazeteye röportaj verecek ve kaç adet fotoğrafı basılacak! Say say bitmiyor. Hay bin hobi! (Sahi bir de aynı dertten mustarip Fazıl Say vardı değil mi!)