Onlar Tuzla Tersaneleri’nde ölürler, İstanbul’da Ayamama Deresi taştığında ölürler, onlar Karadeniz’de dere yataklarına yapılan evlerde gece yarısı azgın sulara kapılarak ölürler...
Onlar devletin yaptığı TOKİ evlerinde ölürler...
Onlar Uludere’de ölürler.
Yoksulun ölümü, yoksulun yaşamı benim ülkemde hiç önemli değildir çünkü.
Alın yazısıdır.
Zehirli mantar toplayıp yedikleri için ölürler.
Geriye kalanlar ağıt yakarken haykırır:
“Allah verdi, Allah aldı!”
Marmara depreminde ölürler, Van ve Erciş depremlerinde...
Bu kurulu düzen yoksulu ezmek, yoksulu öldürmek için kurulmuştur.
Ben çocukken de ölüyordu onlar, bu yaşa geldim yine ölüyorlar.
Hakkâri’de çocuklar çöplükten yemek artıkları, ekmek toplarken patlayan bombayla ölürler.
Soğuktan ölürler, çiyden, yağmur sularından...
Zindanlarda ölürler, işkencede ölürler.
Kimsesizler mezarlığında kaç genç beden yatıyordur bilen var mı?
Yaşamın derin ve bulanık sularında, yanı başımızda bebeler ölürken içimiz sızlıyor...
Van’da naylon çadırlarda analarıyla birlikte yanan bebeler yüreğimizi yakıyor.
Dere yataklarına yapılan konutlarda boğularak ölenlerin sayısı her yıl artıyor.
Oturup düşünüyor mu bizim devletimiz.
Soruyor mu kendi kendine:
“Neden hep yoksullar ölüyor?”
***
Yoksulun acısı, gözyaşı çabuk diner...
Bilir bunu devletimiz!
Birkaç bakan gelir başsağlığı diler, acısını paylaşır ve olay kapanır.
Bir alacakaranlığın sesi, soluğu duyulur oralarda. Sessizliğin içinde kelimelerin oyunu başlar.
Kurşuni bir aydınlık düşer yağmurla birlikte... Kör gecelere asılı kalın zırhlı yüreklerimizde nice tutkular bir yerlere saklanır.
Televizyondaki haberleri izler, bıkar benim halkım ölüm haberleri duymaktan.
Hemen dizi filmlere geçer!..
Artık umursamaz...
Çünkü toplum alıştırılmıştır!
Duyarlı olanlar gazetelere ve televizyonlara telefon eder, mesaj atar:
“Gelin görün Van’da ve Erciş’teki durumu, bir de Suriye’den kaçan sığınmacıların nasıl el bebek gül bebek korunup yaşadıklarına bakın... Aradaki farka siz karar verin...”
Benim ülkemde yoksul ölür, varsıllar kazanır...
Ayamama Deresi’nde bir minibüs kalmıştı hani...
Anımsayan var mı kaç kadın yağmur sularında boğulup ölmüştü?
Yağmur sularında buzdolabı, çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi, televizyon yağmalayan yüzsüzler.
İnsanların boğularak ölmesi vız geliyordu onlara.
Nasıl da sırıtıyorlardı kameralara!
Yoksullar mezarlığı... Yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizgi...
Samsun’da dere yatağının taşmasıyla ölen sevgili...
Bir annenin çığlığı!
Gözlerindeki buğulu acı ve hüzün, dağ başlarında devşirilmiş mor menekşelerin yalnızlığını yansıtıyordu.
***
Derin gecelerde karanlık gölgeler, genç ölüler, yıkılan konutlar...
Sahi devlet Samsun’da dere yatağını mı bulmuştu bula bula konut yapmak için?
Kim verecek 12 canın hesabını, kim?
Yetkililerin yaptıkları açıklamalara bakar mısınız:
“İlk kez böyle yağmur yağdı Samsun’a!”
Konutları bunu düşünerek yapacaktınız!
Dedim ya bu ülkede yoksul öldüğünde bir gerekçe bulunuyor...
Tuzla Tersaneleri’nde çalıştırılan sigortasız işçiler, naylon çadırların içinde uyurken cayır cayır yanan emekçiler...
Konya’nın bir dağ köyünde bir Kuran kursu çöker, kız çocukları ölür, kimsenin kılı kıpırdamaz!
Onlar ölebilir!
Konutta, işyerinde, fabrikada, her yerde...
Kaderin kadehini alacağız elimize... Soluk almadan bakacağız gökyüzüne...
Sonra unutup gideceğiz...
(Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır)