Her ikisi de tarihimize mal olmuş hanımefendiler.

Büyük saygı duyduğum, çabalarına hayran olduğum, her zaman ellerini öpmek için fırsat kolladığım insanlar.

 

Süheyla hanım, 1940’lı yılların başında Kıbrıslı Türkleri örgütlemeye başlayan, İngilizlere bayrak açan, Vakıflarımızı ve okullarımızı İngiliz Sömürge İdaresinin pençelerinden koparıp almayı başaran, 1963-1974 yılları arasında yaşadığımız “Soykırım” yıllarında liderliği ile bizlerin Rumlar tarafından yok edilmemizi önlemeyi başaran rahmetlik Liderimiz Dr. Fazıl Küçük’ümüzün eşi.

      

Aydın hanım ise,  Kıbrıs adasındaki “Varoluş Savaşı”mızda liderimiz Dr. Fazıl Küçük ile el ele, kol kola, dayanışarak, fikir birliği yaparak, müthiş zekası, ileri görüşlülüğü, hukuk bilgisi ve mücadele azmi ile “Soykırım” yıllarında verdiği bitmeyen çaba ile bizleri 1974 Mutlu Barış Harekatına ulaştıran, 1975 yılında Kıbrıs Türk federe Devletini, 1983 yılında da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini Kuran rahmetli Kurucu cumhurbaşkanımız Rauf Raif Denktaş’ımızın eşi.      

 

KKTC’nin 29. Yıl kutlamalarında televizyonda kendileri ile yapılan söyleşileri dikkatle dinledim. Tarihimizin en zor en meşakkatli yıllarında liderlerimizin arkasında durmuş, onlara gerek duydukları gücü ve morali vermiş, üzüntülerini paylaşmış ve kader birliği yapmış bu iki çok kıymetli insanın, liderlerimizin eşlerinin söyledikleri benim için çok önemliydi.

 

Varoluş Mücadelesi tarihimizin neredeyse bilmediğim hiçbir yeri olmamasına rağmen liderlerimizin eşlerinin söylediklerini yine can kulağıyla dinledim.

 

En çok dikkatimi çeken nokta her ikisinin de sanki de ağız birliği etmişçesine söyledikleri “Bu günlere kolay gelmedik. Çok cefa ve eziyet çektik. Bunları gençlerimize ve torunlarımıza anlatmalıyız. Geçmişte bu adada var olmak için verdiğimiz mücadeleyi bilmiyorlar. Bu günlere çok kolay geldiğimizi zannediyorlar” sözleri oldu.  

 

Çok doğru teşhis ettiler bu eksikliği.

Okullarımızda ders müfredatı içine “Kıbrıslı Türklerin Milli Mücadele Tarihi”ni koymalıyız. Genç beyinlerimiz, genç çocuklarımız yaşadıklarımızı ve Rum komşularımızın bu adadan bizi atmak ve adayı Rumlaştırmak için bizlere neleri reva gördüklerini bilmeleri gerekmekte. Sahte dostluklara gereksinimimiz yok, sahte Rum avukatlarına da.

 

Bazı öğretmenlerimiz bu düşünceye karşı ve organize bir şekilde tam tersini yaparak çocuklarımıza Rumları, sanki birer melekmişler gibi tanıtmakta ve Türkiye’nin 1974’de adaya ayak basarak yıllardır mutlu ve mesut birlikte yaşadığımız Rumlardan bizi ayırdığı yalanını söylemekte.

 

Artık bu kandırmacaya bir son verilmeli, gerçeklerin görülmesi gerekmektedir. Rum tarafındaki Lefkoşa Üniversitesi’nin geçenlerde yaptırdığı anketin sonuçları, Rumların bize 21. Yüzyılın tüm gelişmişliğine ve bu çağdaki yaygın hümanist düşüncelere rağmen nasıl baktıklarını açık ve net olarak ortaya koymaktadır.

 

Bu anketin sonuçları iyice incelenirse, kibar sözlerle saklanan sonucunun, Rumların bize hala daha “düşman” gözü ile baktıklarıdır. 

 

Gençlerimizin de bunu öğrenmeleri en doğal hakları olduğu gibi, öğretmekte bizim görevimiz olmalı, aynen rahmetlik liderlerimizin kıymetli eşlerinin tavsiye ettikleri gibi…