Belki yarı kül rengi bir uykudaydık, belki yarınları anlatan bir öykü okuyorduk.
En uzak güneşleri bekliyorduk zamanın içinde avunarak.
Kimi zaman geceydik, kimi zaman güneş.
Tutkularımız vardı yarım kalmış, özlemlerimiz.
Bir sığınak gibi saklandığımız ormanlarda acımasızlığı da gördük, zulmü ve baskıyı da...
Kıyılarını yitirmiş denizler bizimdi...
Günün tam ortasında sokaklarda öldükçe...
Sevmenin, sevilmenin o acımasız uçurumunda Cemal Süreya’yı, Edip Cansever’i, Sait Faik’i, Orhan Kemal’i, Hasan Hüseyin’i, Ahmed Arif’i, Cahit Külebi’yi çoktan unutmuştuk.
Yıldızıydık göklerin, ay ışığı...
Aşkı kendi ellerimizle boğup öldürdük.
***
Uzun, soluksuz bir gecede adamakıllı sarhoştuk...
Ankara’da tavukçunun meyhanesinden çıktık bir gece yarısı, Sirkeci Garı’nda, İzmir’de Veysel Çıkmazı’nda buluştuk.
Bir kuşun kanadında nice yolculuklar yaptık.
Paris’te Voltaire Rıhtımı’nda sarhoş gemiciler arkadaşımızdı.
Robert Lowell’ı o yıllar tanıdık:
“Aşkımızdı gitti gider, şimdi bir böcek uçtu uçar...”
Paris’e yağmur yağıyordu o akşam...
Sırılsıklamdık ve üşüyorduk.
Sevdanın lekesi yayılmıştı gökyüzüne.
Hüznün ve yalnızlığın ortasında delişmen saçların kıpkızıl rüzgârında, deniz kadar derin gözlerine gömüldük kendi anılarımızın.
Köln’de Ren Irmağı’nda o küçük gemiler, çalgıcılar ve sokak serserileri arkadaşımızdı.
Pavel Matev’in dizelerinde kendimizi yitirdik:
“Ateşsiz aşk olur mu hiç?
Kavga olur mu hiç gözü kara girilmeden
Ateş!
Kaygılarımdır yaşadığımız her günün
Benim içten esinlenmelerimdedir.”
***
Bir Roma sabahında elimdeki notlara bakıyorum, eski yazılarımı anımsamaya çalışıyorum.
“Derin gözlerini kapa, gece kanatlanır gözlerinde...
Ellerimi tut, bana bir şeyler anlat eski günlerden, gel götür beni gençlik yıllarıma.
Susma, konuş!
Hangi soluk ay saat dokuzda, çeker yanaklarında kanı?”
Ve bak gözlerimin içine... Çocuksu ruhumu geri getir...
Geri getir ki, L. Sedar Senghor’un dizelerini haykırayım yağmurun altında yürürken Roma’da...
“Çıplak kadın, kara kadın
Giyinmişsin yaşamın kendi olan renginle, güzellik olan biçiminle!
Gölgende büyümüştüm, ellerimin yumuşaklığı örtmüştü gözlerimi.
Sonra, yazın ve öğlenin sıcaklığında, birden buldum seni adanmış
toprak, kavrulan yüksek bir tepenin üstünde
Ve güzelliğin uçan bir kartalın çıkışı gibi çarpıyor yüreğime.”
***
İç çekmenin kanadında olayım...
Sevgimi çoğaltarak.
Göklerin yığınını kucaklayayım, yıldızları toplayayım senin için.
Haydi gel yaşama sarılalım birlikte...
“Saçlarım aydınlanır, kara sevdam, doğan güneşiyle gözlerinin... Kıskanç bir kader seni yaşamın köklerini beslemek için döndürmeden küle...”
René Char’ın karanlıkların sevinçle kapladığı ince yüzünü görmek mutlu ediyor beni.
Tıpkı yağmurlu havalarda olduğu gibi.
Kayıp bir sevdayı anımsıyorum şimdi....
Cahit Külebi’yi...
“Gözlerin gözlerime değince
Su katılıyor rakıya
Denizler açılıyor önümde...
..............
Üç çeşit deniz var bildiğim:
Birincisi sütliman deniz.
İlkgünün özenle okşadığı
Gökyüzüyle kaynaşan deniz.”
***
Bilirim ikincisi dalgalı ve oynaktır, üçüncüsü volkansı dağlar...
Sevdası rüzgâr gibi iter...
Çıplak kadın, kara kadın!
Senin derin, içten sesin kutsal ezgisidir yaşamın...
Bana sessizliği veren çığlığın ne güzel!
Dilek çeşmesinde gülüşün...
Yıllar geçti, fırtınalar bitti!