İçlerindeki öfkeyi, kompleksi, saldırganlığı kusmak için fırsat beklerler...
Kimin hedef olacağı önemli değildir...
Önemli olan içlerindeki öfke ve kompleksin giderileceği bir mecradır...
Gazetecilikte de böyle insanlar çoktur...
Bir yerde bir şeyler olmasını bekler, veri ararlar ki, birilerine geçiriversin, içlerini rahatlatsınlar...
Kendilerini tatmin etsinler...
Öyle birisi olmamaya çalışıyorum...
İnsanların “olumlu telkinlerle” iyi olacağına inanıyorum...
Aşağılamanın, kötülemenin gazetecilik gibi sunulsa da, aslında hayatı çekilmez kıldığının farkındayım...
Buna karşın bazı şeyler var ki, insan sağlığı için bunları söylemez yazmazsam, insanları aldatmış, görevimi yapmamış olacağım...
Günlerdir “zayıflama reçetelerini” soruyorlar bana...
Elbette sporun çok önemli bir yeri ve katkısı var zayıflamada...
Fakat esas zayıflama nedeninin, özellikle son aylarda hemen hemen kestiğim “şeker” olduğunun farkındayım...
Şekeri kesmesem bu zayıflamanın birkaç ay içinde 15 kiloya varan zayıflamasını sağlamak pek mümkün olmazdı...
Sigarayı bıraktığım zaman, kilo aldım...
Aylar içerisinde yaklaşık 8-10 kiloluk bir fazlalık oturdu üzerime...
Bunun önüne geçemiyordum...
Sabahtan akşama kadar içtiğim sigaranın yerine ikame etmek için bulduğum her şey bana yeni kilo olarak geri dönüyordu...
O günlerde nikotinin vücudun metabolizmasını daha hızlı çalıştırdığını öğrendim...
Böylece, sigara içmeyen ve sınırsız nikotin almaktan vazgeçen bünyemin metabolizması, göreceli olarak daha yavaş çalışıyordu...
Bu da daha fazla kilo demekti...
Hem sigarayı bırakıp, hem de kilo vermek nasıl mümkün olacaktı?..
İlk başlarda bu imkansız görünüyordu...
Yüksek alkollü içkiyi sigarayla birlikte kesmiş olmama karşın, haftanın belirli günlerinde iki üç kadeh şarap içiyor “Bu kadarcıktan birşey olmaz” diyordum...
Oysa yemekte içilen şarap birçok açıdan sağlıklı olmasına karşın “alkol vücuda girdiğinde şekere dönüştüğünden” kilo aldırıcı özellik taşıyordu...
Dışarda kokteyl diye verilen bütün içkiler ağır şeker ihtiva ediyorlardı...
Ve şeker insanın hücrelerini yaşlandırıyor, oksijensiz kaldığında kanserojen etki yaratıyordu...
İnsanı yaşlandıran en önemli maddelerden biriydi şeker...
Kilo aldırıcı özelliğinin dışında...
Aylarca, yıllarca kendi annemin çocuklara verdiği “gofret ve şekerlemeyle” mücadele ettim...
İnanılmaz bir şeydi...
Kendi annem “şeker verme çocuklara, alışmasınlar çok zararlı” dediğimde hiç oralı olmuyordu...
“Önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan zordur” demişler, bu sözün ne kadar geçerli olduğunu, son yıllarda kendi hayatımda defalarca gördüm...
Çocukların bakıcıları ise, miniklere şekeri, kendilerini sevdirmek ve kendilerine bağlamak için veriyorlardı...
Minik yavrular, şekeri sevdiklerinden, onu onlara vereni de seviyor böylece şekeri veren minik yavrular üzerinde vazgeçilmez oluyordu...
Minikler “öğrenilmiş çaresizlikler”in adım adım esiri haline geliyordu...
Ben, alışmış olduğum şekeri, tatlıyı bırakmakta ne kadar zorlandığımı farkediyor, minicik çocuklarımın gelecekte bunları terketmek için harcayacakları çabayı gözümün önüne getirdiğimde içim sıkılıyordu...
Şarabı da tatlıyı da bunun sonunda bıraktım...
Nasıl olsa ikisi de kanda şeker oluyordu...
Ve şeker hem kanserojen etkisinde, hem de hücre öldürücü tesirdeydi...
Şişmanlıktan vazgeçtim, ölüme yaklaştırıyordu...
Sigarayı, içkiyi bırakırken zorlanmadım, şekeri bırakırken zorlandığım kadar...
Beyaz ekmek, beyaz pirinç, beyaz hamur, alkol hepsi sonuçta vücudunuzda şeker haline gelen maddelerdi ve bunların hiçbirini tüketmeyip, üstüne hiç tatlı bir şey de yemediğinizde, zaman zaman delirecek gibi oluyordunuz...
Şekeri kestiğimde hayat değişti...
O güne kadar azar azar keyfe keder giden kilolar, bir anda uçmaya başladı...
Fakat daha önemlisi, şekersiz bir hayat “sağlıklı” bir hayat demekti...
Hücrelerimin yenilendiğini hissediyordum...
Onların şekerin etkisiyle yaşlanmadığını fark ediyordum...
Gençleştiğimi anlıyordum...
“Şeker”siz bir hayat sağlıklı yaşamın temel direklerinden biriydi...
Röportajda dediğim gibi;
“Zayıflama bir sonuç... Sağlıklı yaşam sürmek ise amaç...”
Bazı dostlar “Nasıl olsa aynı yere gideceğiz... Neden bu kadar şeyden kendimizi mahrum bırakalım ki?..” diyorlar...
Mahrum olduğumuzu sandığımız şeyler “öğrenilmiş çaresizlik” dediğimiz çocukluk şartlanmaları...
Daha zengin ve doygun bir hayat yaşamak varken, niye çocukluk çaresizliklerinin esiri gudubet bir tarzda yaşayalım ki?..
Ne kadar yaşadığımızdan daha önemlisi...
Ne kadar kaliteli yaşadığımızdır...
Kalite mutluluktur çünkü...
SON DAKİKADA MUTLU HABER...
Yazılarım bitti, haber geldi...
Oda TV davasında Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’a tahliye çıktı...
Bu kararın “davada tutuklular lehine gelişmeler olduğuna” dair gelişme olduğunu düşünüyor ve umuyorum...
Bu güzel ülkede daha fazla, “acı ve çile çekilmeden” yeni ve özgür ufuklara hep birlikte yol alınmasını can-ı gönülden arzu ediyorum...
Tutuklu gazeteciler için mahkemenin bu kararının taze bir umut olmasını diliyorum...
MUTSUZ KRAL VE BEBEK’TEKİ TEKNELERİN SAHİBİ...
Lüks ve şaşaa içinde, şarap, kadın, müzik ve macerayla dolu bir hayat süren bir Kral varmış...
Dünyanın en değerli şeylerine sahipmiş...
Her şey emrine amade olduğu halde, “mutsuzmuş ve bir türlü kendini mutlu hissedemediğin”den yakınıyormuş...
Çevresindekilere “bana doktorumu çağırın” diye emir vermiş...
Doktoru geldiğinde sormuş;
-”Nasıl mutlu olabilirim?..”
-”Tek yol var hükümdarım...” demiş doktor...
-”Nedir o?..”
-”Adamlarınıza tüm krallığın en mutlu insanını bulup getirmelerini söyleyin... Gelince onun gömleğini giyin... Bu sizi mutlu edecektir...”
Kral denileni yapmış...
Adamlarına emir vermiş...
Bütün ülkeyi karış karış gezecekler ve en mutlu insanı bulup getireceklermiş...
Uzun uzun aramış kralın adamları ülkenin en mutlu insanını...
Sonunda gerçekten çok mutlu olan bir adamı bulmuşlar...
Krala haber vermişler “Ülkenin en mutlu adamını bulduk...”
Kral doktorun dediğini hatırlamış...
-”Bana onun gömleğini getirin önce...” demiş...
Adamları cevap vermişler...
-”Gömleğini getirmemiz mümkün değil sevgili Kral’ım...”
-”Neden” demiş kral, “Neden mümkün değil gömleğini getirmek?..”
-”Çünkü” demişler, “Gömleği yok mutlu olan adamın... Yoksul birisi, çoğu zaman gömleksiz yarı çıplak dolaşıyor...”
Konfüçyüs’ün Modern Dünyada Kadim Bilgelik kitabından aldığım bu öykü, “Mutluluk yoksulluktadır... Zenginlik mutsuzluk”tur anlamında bir öykü değil...
Öykü bize dünyada gerçek mutluluğun “ruhun mutluluğu olduğunu”, dışsal maddi yaşam koşullarına sıkı sıkıya bağlı olmadığını anlatmaya çalışıyor...
Konfüçyüs hatırı sayılır bir maddi yoksulluğun varolduğu bir dönemde yaşamıştı...
Buna karşın mutluluğu, zengin bir içsel yaşamdan, doğru davranış amaç ve arzulardan, aynı zamanda birbirini eğiten mutlu ve iyilik dolu arkadaşlardan geliyordu...
İpek Durkal’la Bebek koyunda röportaj yapıyorduk...
Aniden durdum ve sordum...
-”Koyda demirli şu teknelere sahip olanların senden daha mutlu olduğunu düşünüyor musun?..” dedim...
-”Muhtemelen” dedi...
-”Onlarda sende olmayan ne var ki?..”
-”Tekneleriyle çıkıp Boğaz’da gezebilirler... Tekne sonuçta onların...” dedi...
-”Sen de istediğin zaman, gayet mütevazı bir parayla Boğaz’da istediğin tekne ya da gemi turunu yapabilirsin...” dedim... “Boğaz’ın keyfinden sen de onlar kadar yararlanabilirsin... Onlar da zaten senede birkaç defa bu teknelerden yararlanıyorlar... Onun dışında tekneler burada öyle demirlemiş duruyorlar... Sahipleri o teknelerin sahibi olduğunu düşünerek yaşıyorlar... Oysa teknelerin sahibi falan değiller... Tekneler denizde öylesine demirli duruyorlar... Sadece kullandıkları birkaç saatte o tekneler onların oluyor... Sen de herhangi bir tekneyi o saatlerde kiralarsan o tekne senin olmuş olur... Arada hayattan alacağın keyif açısından hiçbir fark yok... O teknenin kendisinin olduğunu zannediyor... Oysa tekne sadece kullanıldığında insana haz, keyif ve mutluluk verdiğinde bir anlam taşır... Onun dışında denizde öylesine duruyor... Teknenin sahibi olduğunu zanneden, sadece sahip olduğunu zannetmekle vaktini geçiriyor... O sahipliğin ona kattığı hiçbir pratik anlam yok...”
Biraz karışık geldi anlattıklarım...
-”Çocuklarınız var, keyfiniz yerinde onun için böyle rahat konuşuyorsunuz...” dedi...
-”Benim çocuklarımın en büyüğü, anneleriyle sevişmenin sonunda meydana gelmedi... Demek ki sen de istersen senin de çocuğun olabilir...” dedim...
Sustu...
Başka soru sormadı...
(Vatan gazetesinden alınmıştır)