Habertürk'ün yayın yönetmeni, yaptığını savunmaya kalkmış. Vietnam Savaşı'nı durduran fotoğrafla kıyaslıyor 'sırtına bıçak saplanmış kadın' fotoğrafını.
Kendini savunurken başvurduğu argümanlara bakınca imza attığı yanlışın sebebini daha iyi anlıyor insan. Bir insanın değerler konusunda bu kadar ölçüden uzak olması daha mı önemsiz bilemiyorum!
Bunu söylerken ne klişe etik kurallarından söz ediyorum ne de cinsiyet politikalarından. Sorun çok daha derin bir yerde çünkü.
Benim itirazım gazeteciliğin en basit kuralından başlıyor;
Haber nedir? Cinayetin şiddetine izleyeni ortak eden o görüntüyü vermek habercilik sayılır mı? Yahut şöyle soralım: O fotoğraftan yansıyan şiddet bize ne öğretiyor? Vietnam fotoğrafında olan ve Altaylı'nın seçiminde olmayan tam da bu. O görüntü, cinayetin işlendiği anın 'gayri insaniliği' dışında bir şey söylemiyor. İzleyicisine duygularını idrak edeceği, muhakeme yapacağı bir fasıla bırakmıyor. İşte benim ve belki pek çoğunuzun hissettiği ve Fatih Altaylı'nın habersiz olduğu şey o 'fasılanın' kendisi. Görüntünün uyandıracağı sorular ve merhamet o fasılada yeşerir çünkü.
Bizler aklımızın ve ruhumuzun terazisinde benliklerimizi inşa ederiz. Orada derinleşiriz. Çünkü görünenin ötesindeki başka manalara açığız. Bizi insan yapan, varlığımızı yücelten o manaya ulaşma arzumuzdur. Sırf bu saikle bile bakılsa, doğada, hayatta zaten var olan kötülüğü yansıtırken o kötülüğün taşıdığı manayı bozmamak gerektiğini biliriz. Çünkü mana kötülüğün işaret ettiklerindedir. Çünkü insan, ibreti takip eden duygu ve düşüncelerin kaidesinde yükselir.
Altaylı'nın özrüne dayanak yaptığı görüntü hakkında unuttuğu gerçek ise şu: Vietnam fotoğrafı savaşın dehşetini yansıtırken o manayı koruyordu. Savaş karşıtı duyguları bunca tetiklemesi koruduğu o anlamla ilgiliydi. Habertürk'ün yayımlamakta beis görmediği fotoğraf ise duyguları bulunduğu seviyenin altına çekerek cinayetin soğukluğuna kilitliyor. Aslında kural basit; tıpkı sanat eseri gibi, iyi haber de insan ruhunda bir dönüşüme sebep olur. Duyguları bir üst kategoriye taşıyarak yapar bunu. Aşkınlık dediğimiz şeydir bu. Sırtına bıçak saplı halde yatan kadın görüntüsü duyguların aşkınlığına imkân vermediği gibi, bilakis duyguları o cinayetin işlendiği andaki bir körlüğe kilitliyor. Aşağı çekiyor. Ancak duygusuz kalmakla baş edilebilecek kapalı bir ruh alanına sürüklüyor izleyeni. Bir gazetenin bunu yapmaya hakkının olup olmadığı sorgulanabilmeli.
Çünkü kötülüğün sıradanlaşmasına müsaade etmemek gibi bir yükümlülüğümüz var. Üstelik bu klişe bir ahlak hatırlatması değil.
Kötülük o pervasız tavır sayesinde sıra dışı konumundan, alışkanlıkların, rutinin alanına davet ediliyor. İbret duygusuna giden yolu kapatıyor. Özetle insana ibret hissettirecek muhakeme alanını donduruyor.
Sanatta olduğu gibi hayatta da mahremiyetin anlam katmanları var. Bir öznenin, objenin üzerindeki örtünün yırtılıp çekilmesi mahremiyetine müdahaledir. Mahremiyetin yırtılması ise anlamı bozar. Öznenin 'aurası'yla ilgiliyseniz, yani tamlığı ve bütünlüğüyle, anlamın o sınırın içinde oluştuğunu bilirsiniz. Bir konsept, çerçeve olduğu sürece anlam korunur. Aksi manasız, içeriksiz bir yığın.
Fotoğrafta, sinemada, edebiyatta ve dahi habercilikte aynı ölçü geçerli. Esere imzasını atan, seçtiği öznenin üzerindeki katmanı çekip yırtıyor mu? Çünkü anlamı yapan o katmandır. Kötülüğü bize soru sordurarak sorgulatan o katmanın kendisidir. Bizi kötülük karşısında bir üst vicdan ve merhamet alanına taşıyan o bütünlüktür. Öznenin bütünlüğü. Ama bütün bu bilgiden habersiz olunduğu için, sıklıkla yapanı ele veren çalışmalar görürüz. Tecavüz anlatan bir filmde tecavüzün sergilenişinin yönetmeni ele verdiği çok olmuştur. Bu yüzden aynı konuyu anlatan filmlerin bazıları iyi, bazıları düşük kalır. İnsana özenden söz ediyorum. Ruhumuzu tamamlayan örtünün ölümle daha da belirginleşen mazlumluğunu çekip almayan özenden.
İranlı sinemacı Abbas Kiorostami filmlerini yoksul köy evlerinde çekerken, duvarda gördüğü bir çatlağı, akmakta olan bir suyun içinde biriken pisliği nasıl özenle temizlediğini anlatıyordu. Seyirciye saygıdan söz ediyordu. Yoksulluğu, acıyı anlatmanın binlerce yolu var. Hangisini seçtiğiniz sizi anlatır.
Yani konu ve kavram değil üslup önemli...