Akşam saatlerinde inen tozlu bir ışık... Orman, sis ve rayların uzanışı...

Oturup düş kurmak bir deniz kıyısında yıldızları seyrederken...

Olanaksızı olanaklı kılmak, insan yaşamını çoğaltmak değil midir?

Sarı renkte kâğıt parçacıklarına aşk öyküleri yazmak ve seslenmek:

“Çıkmazlara savurma beni... Ben senden daha deliyim... Yerimi kimseler almasın, alamaz...”

Böyle bir akşamın derinliğinde, şiirsel söylemler, sevginin ve aşkın çam ağaçlarını örten karın özlemiyle ivme kazanır.

Sıradan ayrılıklar koyar insana...

Anılar asla yaşlanmaz!

Siz yaprağın yeşilini yok edebilir misiniz?

Çiseleyen bir yağmurun altında yürürken, meltemlerin estiği mavi bir gök vardır, belki uzakta, uzak bir ülkede.

Sırılsıklam ıslansanız da Marina Tsvetayeva’nın dizelerini mırıldanırsınız:

“Arduvaz tahtalarına yazıyorum adını

Solgun yelpaze kanatlarına

Nehirlerin, denizlerin kumuna

Buzlara ve yüzüğümle camlara çiziyorum adını...”

***

Akşam saatlerinde inen ışık, orman, sis ve rayların uzanışı Oktay Rifat’la buluşturdu beni.

Yiğit sürücülerin tarihsel akışını, dünyamıza özgürlük getiren kardeşleri konuştuk masallarda...

Bir meydan okuyuştu çığlığımız yağmurlu gecenin karanlığında, ışıklar söndüğü zaman:

“Elleri var özgürlüğün

Gözleri, ayakları.

Silmek için kanlı teri,

Bakmak için yarınlara,

Eşitliğe doğru giden.”

Şairle, ışığın kör edici olup olmadığını, özgürlüğün bir patlayıcı, bir bomba olduğunu söyleyen derin çeteleri konuştuk uzun uzun.

Lambamızı bozan, özgürlüğü kundağa sokanların onlar olduğunu anlattı şair.

Sonra rakısından bir yudum alıp şöyle dedi kulağıma:

“Öpüşmek yasaktı bilir misiniz

Düşünmek yasak

İşgücünü savunmak yasak!”

Elleri vardı özgürlüğün... Gözleri, ayakları... Silmek için kanlı teri...

***

Yaşamın upuzun sayrık saatlerinde düş kurmayı severim...

Kesik kesik sözcükler...

Bir deniz kıyısı...

Özlem!

Tutku!

Aşk!

Bazen Beylerbeyi’nde yürürüm...

İzmir’de Kordonboyu’nda, Karşıyaka Çamlık’ta, Ankara’da Kızılay’da...

Cahit Irgat’la konuşurum uzun uzun...

Bir kuş olurum Toroslar’da... Bergama’nın Kozak Yaylası’nda, Kaçkarlar’da yağmur.

“Gözlerinde deniz, gözlerinde gemi / Gözlerinde çırılçıplak çocuklar / Rüzgâr esiyor rüzgâr meltemdir / Güzel dünya üzerinde matemdir / Kalbimizin üç köşesi yangın yeri, perişan / Güzel şehir diri diri perişan...”

Başkalarının evlerini düşünürüm... Emeği, emeğin örgütlü gücünü... Gelir dağılımındaki adaletsizliği... Sevgiyi, sevgisizliği... Aşkı düşünürüm aşkı...

Dostluğun, kardeşliğin, aşkın parmak uçlarında çiçeklenmesini.

Yana yatmış otları, kum üzerinde kurumuş kanı...

Gözyaşlarının, kanın hesabının sorulmasını isterim...

***

Parkta öpüşen iki sevgiliyi ahlak dışı diye uyarmışlar; düşünceye kelepçe vurmuşlar benim ülkemde...

Parasız eğitim isteyen üniversiteli gençleri “terörist” yaftasıyla zindanlara tıkmışlar...

Ahmet’i, Nedim’i, Soner’i tutuklamışlar...

Benim ülkemde öpüşmek de yasak, düşünmek de...

Anılar ve umutlar yüklüdür bir yaşanmışlığın içinde...

Sesini özlerim, geçmiş gülüşleri...

Seninle uzun yolculukların içinde, hapislik günlerinde geceler boyu konuştuklarımızı...

Sen yitip gittin çok genç yaşta...

Bir Kızıldere katliamında.

Hesap soruldu mu keskin nişancılardan?

Uzun uzun düşünürüm yağmur yağarken.

Bir İspanyol cumhuriyetçisine ağıt yakıp, Cesar Vallejo’nun dizelerini okumaya başladım:

“Bir kitap duruyordu yerde, cansız bedeninin yanında, / filiz sürüyordu bir kitap ölüsünün üstünde. / Alıp götürdüler yiğidi, / ve somut, mutsuz ağzı karıştı soluğumuza; / hepimiz terliyorduk, gövdelerimiz bir yük; / dolanan ay ardımızda; / ölüsü de terliyordu acıdan.”

***

Boşlukta yuvarlanan bir dünyanın içindeydik hep birlikte.

Bil ki yerini kimseler almaz...

Hayata dair ne varsa sayfalarda, ne varsa gerçeği şiirle dile getiren...

Sevgi; ormanın, yeşil yaprakların, dolunayın sesi ve bolluğudur...

Zaten aşk, umut, özlem, tutku, özgürlük ve barış bu değil midir?

Akşam saatlerinde inen tozlu bir ışık gibi...