Ramazan Bayramı'na yine terör gündemiyle girdik.
Zaten CHP milletvekili Hüseyin Aygün'ün kaçırılmasının üzerindeki sis perdesi aralanmamıştı. Bir önceki yazıda anlattığım gibi kaçırılma öncesi tuhaf bir trafik dönmüş.
Sonrasında ise 'gelen' Aygün'ün getirdiği mesajlar tartışılıyordu.
Üzerine, deprem bölgesine gönüllü giden polisin PKK'lılarca katledilmesi, AK Parti Şırnak Milletvekili Emin Dindar'ın kardeşinin çarşıda bayram alışverişi sırasında öldürülmesi de eklendi.
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in Hakkâri'de saldırıya uğraması ve BDP'li vekillerin Şemdinli Derecik'te PKK'lılarla kucaklaşması da tartışmanın diğer başlıkları.
Diyarbakır'da yakalanan canlı bomba da bir başka nokta.
Her bir madde ayrı ayrı ve detaylı şekilde tartışılmalı, analiz edilmeli. Fakat Türkiye'yi en çok sarsan, en çok geren şüphesiz BDP'li vekillerle 5 PKK'lının buluşması oldu.
Her ne kadar BDP'liler tesadüfen karşılaştıklarını söyleseler de eldeki istihbari veriler PKK'lı grup ile BDP'lilerin haberli olduklarını gösteriyor. Gerçi BDP'li vekillerin performansına ve bugüne kadar yaptıkları açıklamalara bakarsak yaşananlar sürpriz de sayılmaz.
PKK'nın Şemdinli'de başarısız olan işgal girişimi ve verdikleri ağır kayıp sonrası propaganda için bir şeyler yapması bekleniyordu ama açıkçası milletvekillerinin bu işe alet olması umulmuyordu.
Hele hele vekillerin halinden hiç şikâyetçi olmayıp sarmaş dolaş olmaları da tepkiyi arttırdı. Nitekim Cumhurbaşkanı Gül de Başbakan Erdoğan da sert tepki gösterdi buluşma senaryosuna.
Cenazelere el sallamak!
Çözüm için Meclis'te olmasına umut bağlanılan BDP'li vekiller eli silahlı şekilde yol kesip insanları kaçıran, araçları yakan ve hatta öldürenlere övgüler düzüyor, arkalarından alkışlıyorlar.
Oysa BDP'li vekillerden beklenen şey çok yakın zamanda ölecekleri kesin olan o çocukların arkasından övgüler düzmek değil önlerinde durup dağa gitmelerini önlemekti.
Çünkü dağda kalmanın ortalama süresi belli.
Örgütte Murat Karayılan ve Duran Kalkan gibi isimler hariç ortalama ömür birkaç yıl.
Yani BDP'li vekillerin güle oynaya sarılıp adeta kutsayarak dağa yolladıkları PKK'lılar belki de kışa ulaşamayacak.
Bu aşamada BDP'lilere sormak lazım.
Yıllardır kutsayarak dağa gönderdiğiniz çocukların bir kez olsun önünde durmayı neden düşünmezsiniz? Çocuk yaştaki militanların önüne duvar olsanız ve 'Artık kan dökülmesin' deseniz bugün çözüme daha yakın olmayacak mıydık?
Ne olacak ki demeyin.
Sözlü kültürün etkili olduğu Kürt coğrafyasında mahalle baskısı her yerden fazladır. Vekiliyle, siyasisi ile sürekli dağa gitmeyi özendiren, teşvik eden bir role bürünürseniz zaten arayış içinde olan binlerce genci yerleştirecek kamp aramaya başlarsınız.
İşin bir de samimiyet boyutu var.
Hem 'Barış olsun hem cenazeler gelmesin' diyeceksiniz ama aynı zamanda çocuğunuzun dağa çıkmasını teşvik edecek, arkasından destanlar yazacaksınız.
Bu hareketin anlamı şudur: "Ben istediğim şeye ulaşıncaya kadar silahı bırakmayacağım."
İşin etik boyutlarını bir kenara bırakalım. Sözün en yalın haliyle baksak bile bu mantık sağlıklı bir ruh halinin ürünü olamaz.
Gelinen noktada lafı eğip bükmenin bir anlamı yok. PKK'nın derdi kendi yöntemleriyle yöneteceği bir toprak istiyor. Konjonktürel nedenlerle bunun yerine, içinde demokrasi ya da barış geçen ama pratikte bir karşılığı olmayan modellemeler öneriyor.
Oysa istenilen şey Leninist bir Öcalanistan.
Üstelik bu yönetim biçiminde 'Öcalan gibi düşünmeyen Kürtler'e bile yaşam hakkı yok. Hüseyin Aygün'e, 'Artık silahlar miadını doldurdu' diyen Osman Baydemir'e bile katlanılamıyor.
PKK'yı eleştiren aydın ve toplum önderlerinin durumu ortada.
Örgüt toplumsal kopuşu hızlandırmak için de nefret tohumları ekiyor. Tahrik dolu açıklamalarla tabanını motive edip Türk mahallesinde öfkeyi körüklüyorlar.
Ama unuttukları bir şey var.
Ektikleri nefret tohumları kendilerini de boğar.
(Bayram gibi bayramlara ulaşmak temennisiyle iyi bayramlar...)
(Bugün gazetesinden alınmıştır)