“Hep prompter istiyoruz” diye yazmıştım bir seferinde...
Biliyorsunuz; Başbakan’la dinleyicileri arasında camdan bir levha var. Başbakan, konuşmalarını oradan okuyor; ama karşıdakiler ve ekran başındakiler bu şeffaf ekranı görmediğinden, doğaçlama konuştuğunu sanıyor.
İşte önceden yazılmış bu konuşmalarda çoğunlukla Başbakan’ın ağzından bal damlıyor.
Mesela Zaman’ın yaş gününde basın özgürlüğünden söz etti.
“Yasaklayan, kısıtlayan, engelleyen anlayışa tevessül etmiyoruz. Hiç kimsenin ifade özgürlüğünü engellemeyiz, engellemek isteyenlere müsaade etmeyiz” dedi.
Alkışlanacak sözler.
Peşinden ne geldi?
Ahmet Altan’ın Uludere yazısına tazminat davası...
Niye “Hep prompter istiyoruz” dediğim anlaşıldı mı?
* * *
“Biz, manşetlerle savaşarak bugünlere geldik” diyor Başbakan...
Doğru söylüyor.
“Muhtar bile olamaz” diye yazdılar.
Kapatma davası için haberler hazırladılar.
Bel altı vurdular. Tanığız. Utanıyoruz. O zaman da eleştirdik. Yine eleştiriyoruz.
“Ama asla intikam peşinde olmadık. Bize yapılanın başkasına yapılmasına razı olmayız” diyor ya Başbakan...
İşte buna inanmak zor...
Kendisi için yapılan kara propagandanın bugün rakiplerine reva görüldüğünü, gizlice kaydedilmiş ses bantlarının piyasaya sürüldüğünü, muhaliflerinin yandaş manşetlerden savcılara hedef gösterildiğini görmüyor mu?
Dün kendisine tahammül edilemediği gibi, bugün de kendisinin eleştiriye tahammül edemediğini fark etmiyor mu?
* * *
“Manşetlerle savaş” güzel laf...
Bana “küçük bir sır”rı hatırlattı.
Hatırlayacaksınız iki yıl önce Başbakan, BBC’ye “Ermeni soykırımıyla ilgili tasarılar kabul edilirse Türkiye’de kaçak çalışan Ermenilerin sınır dışı edileceğini” söylemişti.
Suçsuz, günahsız insanları hedef alan, ağır bir tehditti.
Tabii ki manşete yerleştirmiştik.
Akşamüzeri bir yönetici aradı:
“O haberi giremeyeceğimizi” söyledi.
Doğrusu ilk kez böyle bir uyarı alıyordum. Şaşkınlıkla:
“Nasıl olur” dedim, “Bu çok önemli bir haber...”
“Olsun”du. “Özellikle rica ediliyor”du.
Rahatsız oldum. “Rica eden”in adını sordum.
Tanıdığım, etkili bir büyükelçiydi.
Aradım.
“Siz ne yaptığınızı biliyor musunuz?” diye sordum:
“Bu, gizli bir belge, özel bir demeç filan değil. Başbakan’ın, hem de dünyanın gözünün içine bakarak söylediği sözlerin yayınını mı engellemeye çalışıyorsunuz?”
Anlaşılan o sözlerin Türkiye’yi çok zor duruma sokabileceği anlaşılmış, “rica” edilirse görmezden gelebileceğimiz varsayılmıştı.
“Bütün dünya duydu bile... Bizim görmememiz devekuşluğu olur” dedim; “ricacı”yı ikna ettim.
Sorun çözüldü derken, yeniden bir telefon:
“Bu kez daha yukarıyı aramışlar. Kesin girmeyeceğiz o haberi...”
“Şimdi arayan kim?”
“Başbakan’a çok yakın bir isim..”
“O halde ben yokum. Kendiniz atın manşeti” dedim.
Yöneticimiz bu hassasiyetleri bilen bir gazeteciydi. Hak verdi.
“Ben de olsam, senin yaptığını yapardım” dedi. Ancak baskılar karşısında çaresizdi.
O akşam biz ekipçe kafa çekmeye gittik. Ve birçok yayın organında Başbakan’ın o sözleri “söylemediğini” seyrettik.
* * *
Benzeri durumlar haber merkezlerinde her gün defalarca yaşanıyor. O kadar ki çoğu kez neyin rahatsızlık yaratacağı tahmin edildiğinden artık uyarmaya bile gerek kalmayabiliyor.
“Manşetlerle savaş” deyince aklıma geldi bu manşet...
Şimdi de biz manşetlerle savaşıyoruz Sayın Başbakan...
Savaşmak değil de, şu “yasaklayan anlayışa tevessül etmiyoruz” lafları zorumuza gidiyor.
Şimdi de biz manşetlerle savaşıyoruz Sayın Başbakan...
Savaşmak değil de, şu “yasaklayan anlayışa tevessül etmiyoruz” lafları zorumuza gidiyor.