Suudi Arabistan’da son günlerde yaşanan kanlı taht savaşı tüm dünyada hayretle izlenmeye devam ediyor. Bugün yaşananlar bugün ortaya çıkan bir durum mu yoksa çok daha eskilere dayanan bir planın parçası mı bunu irdelememiz lazım. Biraz geriye gidelim.
Yıl 2010, Tunus’ta Muhammed Buazizi kendini yaktı, Buazizi’nin bu eyleminin ardından işsizlik, enflasyon ve demokrasi gibi gerekçelerle sokak eylemleri baş gösterecekti. Eylemler şehirden şehire ardından ülkeden ülkeye yayıldı. Tunus’ta başladı, diğer Arap topraklarına sıçradı, bazı ülkelerde yıllanmış liderler, yıllanmış rejimler devrildi. Mesela Kaddafi, mesela Mübarek. Tunus’ta Bin Ali rejimi devrildi. Sürecin adına Arap Baharı ismi konmuştu çoktan. ‘Bahar’ Suriye’ye gelip dayandı ve sokak eylemleri başladı. Ancak burada beklenen olmadı ve Esad rejimi direnişini sertleştirerek devam ettirdi. Başka ülkelerden gelen paramiliter ve siyasal destekle birlikte ülkedeki diktatörlüğünü değil belki ama Ortadoğu’daki Arap Baharı’nı bir şekilde ‘reforme’ etmeyi başarmıştı Esad. Savaş gittikçe kanlı bir hal alırken kötülük mıknatısı gibi hem Suriye’yi hem de çevresini on yıllar boyu temizlenmeyecek bir bataklığa çevirdi.
Suriye’nin bugününden Mısır’ın 2013’üne tekrar dönüyoruz. Mısır’da Mübarek rejimi yıkılmış, seçimler yapılmış ve İhvan iktidara gelmiş, Muhammed Mursi Cumhurbaşkanı seçilmiş ve görevine devam ediyordu. Sonra sokaklar tekrar karıştı, karşı devrim oluyordu. Yine asker eliyle, karşı devrimin ya da Mısır’ın kumandasının başka ellere verilmesi eyleminin baş aktörü Mısır Genelkurmay Başkanı Abdulfettah Es Sisi idi. Sisi, Mısır’da gerçekleştirdiği darbe sırasında, iletişim çağının ortasında, dünyanın gözünün önünde binlerce insanı katletti. Sonra bu katliamı gerçekleştiren cuntacı, dünya tarafından çeşitli taltiflere layık görülecekti!
Mısır’ı darbeyle birlikte büyük bir kaos, kutuplaşma ve ekonomik darboğaza sokan Sisi’nin Ortadoğu’daki en büyük destekçisi Suudi Arabistan’dı. Ayrıca Katar’ın dışındaki Körfez ülkeleri de Sisi’ye koltuk değneği olmaktan geri durmadılar. Onlar bunu belki sadece kendi koltuklarını sağlamlaştırmak için yaptı ancak yaptıklarının sonuçları onların da tahmin edemeyeceği bir noktaya ulaşmak üzere.
Suudi Arabistan’da Kral Abdullah’ın ölmesinin ardından tahta gelen Kral Selman, her taht değişimi sırasında alışılagelmiş olan Veliaht Prens atamalarını yaptı ve bölge uzmanlarının tahminleri doğrultusunda atamalar gerçekleştirdi. Aradan birkaç yıl geçti, geçen bu birkaç yıl içerisine birçok şey sığdırıldı, bunların arasında Suud’un Suriye’de muhalifleri desteklemekten vazgeçip PKK’yı destekleyenler safına geçmesi, Trump’ın emri ile Körfez’i arkasına alıp Katar’ı köşeye sıkıştırmak, İsrail adına bir zamanlar casusluk yaptığı herkesin malumu olan Muhammed Dahlan’ı Mısır kanalıyla güçlendirip Filistin’in ‘tüm taraflarını’ etkisizleştirme ve İsrail’in elini güçlendirme, her yıl silah ithalatında dünyada üst sıralara yerleşme, dünyanın en büyük petrol şirketi olan Aramco’yu New York Borsası ile flörtleştirme gibi birçok şey. Bunların arasına bir şey daha sığdırıldı ancak o şey ne kabına ne de Suud’un sınırına sığacağa benzemiyor.
Suudi Arabistan çok önemli bir dönemeçten geçiyor. Bu dönemeç ülke tarihinde ilk defa 30’larında birinin tahta namzet olmasından öte, ülkenin sahip olduğu ve bir şekliyle dünyaya yaydığı Vahhabi ideolojiyi değiştirip, içi neyle dolu olduğu bilinmeyen bir “Ilımlı İslam” lafının dillendirilip yükseltildiği bir dönemece benziyor. Adı ılımlı olan bu ideolojinin tatbiki ve tamimi içinse hiç de ılımlı olmayan yolların deneneceği şimdiden görülüyor.
Yıllardır silah depolayan Suudi Arabistan’la yıllardır Şii yayılmacılığı yapan İran’ın bir şekilde çarpıştırılacağı görülüyor. Bu çarpışmanınsa bu iki ülkenin sınırları içerisinde kalmayacağı hatta bu ikisinin topraklarına hiç uğramayacağı da güçlü bir ihtimal. Bu çarpışmanın otoritesiz topraklarda yani Yemen, Lübnan, Irak ve Suriye gibi ülkelerin sınırları içerisinde gerçekleşeceği gün geçtikçe kuvvet kazanan bir ihtimal. Koca bir bölgenin, yüz milyonlarca Müslümanın vatan toprağının Şii yayılmacılığının yahut Neo-Vahhabi (Ilımlı İslam) dayatmacılığının sidik yarışı için kana bulanacağını seyretmek büyük bir acı. Zaten kan ve gözyaşının eksik olmadığı bölgelere bu iki ülkenin ortaklaşa getirmeyi planladığı felaketler silsilesi hemen bir adım ötemizde duruyor.
Suudi Arabistan bir yandan bölgeyi felakete sürüklerken diğer yandan Müslümanlar için ortak payda ve dert olan Filistin meselesinin dibini dinamitlemekten geri durmuyor. Dahlan’ın parlatılıp meselenin göbeğine oturtulması, Müslümanların Filistin topraklarında çırak çıkarılmasından başka bir sonuca hizmet etmeyecektir.
Burada Sisi’ye parantez açmak gerekiyor. Batı medyasında özellikle de istihbarat örgütlerinin operasyonel kalemleri aracılığıyla Sisi’nin parlatıldığı bir sürece şahitlik ediyoruz. Sisi’nin Müslüman Martin Luther olabileceğini dillendiren batılılar elbette bundan bir şeyler umuyor olmalılar. Bundan dört yıl önce, iletişim araçlarının son derece gelişkin olduğu bir ortamda, tüm dünyanın gözü önünde barışçıl ve demokratik eylem yapan binlerce insanı sokak ortasında kurşuna dizdirip katlettiren bir cuntacıdan bahs ediyoruz. Şimdi bu cuntacı katilin, dünyaya özgürlük savunucusu olarak sunulacağı bir sürecin arefesindeyiz. Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin oluşturduğu üçlü, İran ve etkisi altındakileri düşman, kendi tarafında olmayan diğer Müslüman toplulukları ve halkları ‘radikalist’ ilan edecekleri bir dönemin temellerini atıyorlar.
O Suudi Arabistan ki El Kaide ve Işid’in ideolojilerinin tohum olarak ekilip büyütüldüğü yerdir. Şimdi adına ‘Ilımlı’ dedikleri ideolojileri ile neler yapmayı planlıyorlar bunu kestirmek çok zor olmasa gerek. Yaptıkları yapacaklarının işaretiydi.