Ateş çemberinin tam ortasında bir coğrafyadayız.

Ülkeler birbirleriyle askeri işbirlikleri yapıyor, askerler haritada zor bulabilecekleri ülkelere doğru yola çıkıyor.

 Stratejik açıdan önemli ve üstüne üstlük denizlerinde gaz olduğu ortaya çıkan KKTC,

tüm olanlardan ve dahi olacaklardan habersiz, sessiz, kendi dünyasında yaşıyor.

Gazın miktarı konusu henüz netlik kazanmış değil ancak birçoklarının iştahını kabartmış olması miktara dair ipuçları veriyor.

Dünyada olan bitenden çok, Türkiye’yle olan ilişkilerinin gevşetilmesi konusunda mesai harcayan bu minik ülkenin en önemli sorunu, ceplerine giren paraya halel gelmemesi.

Zorluk zamanının insanı koruyan yasalarıyla hayli gelişmiş haklara sahip olan sendika korumalı çalışanlar mevcut düzenden memnun olmasalar ve “Türkiye, ne seni, ne paranı” sloganını dillerine pelesenk etseler de devlet, ceplerini dışarı çıkarıp gösterdiğinde “nereden bulursan bul öde” diyebiliyorlar.

Dünyayı Sarayönü’nden ibaret sayan bu güruha göre, Türkiye’nin KKTC’de üs kurması veya İHA’ları konuşlandırması barışa zarar verecek bir hamle! (Aynı güruh olduğunun altını çiziyorum.)

Tabi bu insanları böyle konuşturan şartlara bakmak lazım. Kimsenin 1974 öncesindeki dertleri kalmadı. Ülke huzur buldu, geçmişte yaşananların tümü unutuldu.
“Barış istiyoruz” diyor adam, sanki dünyada yaşananlardan ders çıkararak, temkinli olanlar savaş istiyormuş gibi…

 

Dönelim esas mevzuya… Türkiye-KKTC irtibat ve bağını izah etmek üzere kullanılan “Anavatan”, “Yavruvatan” deyiminden rahatsız olanlar hayli artmış durumda. Adamlar “Kıbrıslılık” diye bir kelime çıkarmış. Kıbrıs Türkü veya Kıbrıslı Türk değil, Kıbrıslı! Tabi bu yeni değil, 1950’li yıllarda Rumlar tarafından ortaya atılan ancak o dönem Kıbrıs Türklerinin şiddetle reddettiği bir tanımlama. Siyasi tarihte yer bulmamış ve muharref bir deyim olarak dahi mazur görülmemiş.

Bugün, Rum bir kadın “Kıbrıslıların kökeni” diye bir kitap yazarak, adadaki Türk ve Elen nüfusun aslında Türk ve Elen olmadıklarını iddia ediyor. Kitap KKTC’de bir yayınevi tarafından Türkçe’ye çevrilmiş ve yine aynı yayınevi tarafından satışa sunulmuş. Çeviri parasını kim ödemiş, kim bunu finanse etmiş bilmiyorum, araştırılabilir.

Tamamen bilimsellikten uzak, Kıbrıslılığın coğrafi bir terim olduğundan habersiz, sadece Türkiye ile Kıbrıs Türklerinin arasını açmak üzere kullanılan bir siyasi secere, bu “Kıbrıslılık” vurgusu. Türklüğü, Kıbrıslılığın içinde eritmek için kullandıkları “Kıbrıslıtürk” yazımının yeni sürümü.

Kıbrıs’ın 1950-1963 dönemini didik didik etmiş biri olarak şaşırmamam/üzülmemem/öfkelenmemem mümkün değil. Onca yaşanmışlık, onca acı, onca sefalet, onca baskı çocuklarımız tarafından bilinmiyor. Tabi bunların planlı bir süreç olduğunu anlatmama gerek yok sanırım. Önce Makarios doktriniyle kitaplardan mücadele tarihini çıkar, çocuklara tarihi anlatma, Güney’in daha zengin şartlarda yaşadığı yalanıyla çocukları cellatına aşık et, ardından “zaten biz Türk değilmişiz” temalı kitaplarla çocukların reddi-cet etmesini sağla. Hem de onlar EOKA’cı canileri kahraman ilan eder, milli günlerde çocuklara, EOKA mezarlarında “Kıbrıs bizimdir, sınırlarımız Girne’de biter. Türkler gidecek” sloganları attırırken, Güneye giden araçları taşlatırken, KKTC sınırlarındaki bir okul bahçesine girerek Türk bayrağını indirecek cürete sahipken…

Ne diyorduk; Dünyalı beşerler olarak yeni bir döneme doludizgin gidiyoruz. Biz uyurken geceden sabaha dengeler değişiyor, yaz tatilinde gitmeyi planladığımız ülkeler savaşa girmiş oluyor. Durum böyleyken, denize bakan malikânelerimizde yaptığımız mangal partilerinde “Türkiye’ye nasıl ayar veririz” diye kafa patlatmak yerine, “dünya ateş çemberi. Bir saldırı olsa, biz bir avuç Türk kendimizi nasıl koruruz, ne yapabiliriz” diye düşünelim diyorum.

Ha, halâ “bizim öyle bir gailemiz yok, bir şey olmaz” diyenler varsa da umutsuz hastalara atfedilen kadim tavsiyeye uyulmasını salık veririm: “Doktor, ne yerse yesin dedi!”